Çocuk odası dekorasyonu için öneriler


Çocukların renkli kimlikleri yatak odası dekorasyonuna da yansıyor. Neşeli ve cıvıl cıvıl çocuklarınız için en az onlar da canlı ve neşeli dekorasyonlara ihtiyacınız var. Hem çocuğunuza güzel bir oda yaratmak hem de eğlenceli zaman geçirmesini sağlamak için galerimizi inceleyerek ilham alabilirsiniz.
Özel bir alana ihtiyaçları var
Pek belli etmeseler de her çocuk yalnız kalmak ister. Bu nedenle odasında yalnızca onun girebileceği bir alanın olması çok önemlidir. Tıpkı bu fotoğraftaki gibi bir yatak satın alabilir veya odanın bir köşesine minik bir çadır yerleştirebilirsiniz.
Oyun alanları yaratın
Çocuklar belli bir döneme kadar tüm vakitlerini oyun oynayarak geçiriyor. Hem hayal güçlerini beslemek hem de daha kaliteli vakit geçirmelerini sağlamak için çocuk odalarında bu tarz yataklara yer verebilirsiniz. Kim ev şeklinde bir yatak istemez ki?
Kendinizi düşünmeyi ihmal etmeyin
Çocuğunuz henüz ortalıkta koşup oynayacak yaşlarda değilse odayı dekore ederken kendinizi de düşünmelisiniz. Bebek odasına mutlaka rahat edebileceğiniz bir koltuk yerleştirin. Tabi ki bu koltuğu renkli yastıklar ve peluş oyuncaklarla süsleyebilirsiniz.
Parkı evlere taşıyın
İlkbahar ve yaz mevsimi çocukların dışarıda enerjilerini atmalarına imkan veriyor ancak havalar soğuduktan sonra maalesef evlere kapanıyoruz. Bir çocuğun tüm gün evdeyken enerjisini atabilmesi ise pek mümkün değil. Bu yüzden odasına küçük bir park alanı ekleyebilirsiniz. Minik bir kaydırak, tavana monte edilmiş bir salıncak çocuğunuzu oyalamanıza yardımcı olacaktır.
Çocuğunuz büyümeye başladı
Çocuklar yaklaşık 12-13 yaşından sonra pembeli, mavili odalardan haz etmemeye başlıyor. Bu dönemlerde yeni bir dekorasyona geçiş yapabilirsiniz. Daha sade renkler ve dikkat çekmeyen mobilyalar tercih edebilirsiniz. Bu yaşlardaki bir çocuk kendi odasının dekorasyonunda zaten söz sahibi olacaktır.
İşlevsel dekorasyonlar
Yine bu yaşlardaki çocuğunuz için güzel bir yatak başı satın alabilirsiniz. Bu alana arkadaşlarıyla çekildiği fotoğrafları yapıştırabilir, koleksiyon eşyalarını dizebilir veya kitaplarını yerleştirebilir.
Şehir Yaşamı Çocuklar İçin Kötü Olabilir Mi?


Bazı çocuklar için doğayla iletişim diye bir şey yok. Bilimsel çalışmaların makale olarak sunulduğu, dünyanın en saygın dergilerinden biri olan Science’ta yayımlanan bir yazıda, araştırmacılar bunun gerçek bir sorun olduğunu söylüyorlar. Modern şehirler farklı fikirlerin, görüntülerin, seslerin ve kokuların yaratıcılığı, ifadeyi ve yenilenmeyi tetiklediği yerlerdir. Modern topluluklar şehrin nabzına ayak uydurmuş durumda ancak ne pahasına?
Washington Üniversitesi Çevre ve Orman Bilimleri Okulu ve Psikoloji Bölümü’nde görev yapan ve ilgili yazının yazarı olan Dr. Peter Kahn şöyle diyor:
“İnanılmaz sayıda hastalık var ve bunlar doğal dünyadan ayrılmamız gerçeğiyle yakından ilişkili.”
Kahn, yazısında insanları, özellikle de çocukları doğadan koparan şehir hayatının hissizleştiren ve hatta güçsüzleştiren yanlarını tartışıyor:
“Büyük şehirlerde yaşayan çocuklar yıldızları hiç görmemiş olarak büyüyorlar. Bunu hayal edebiliyor musunuz? Yıldızların aydınlattığı bir gökyüzünün altında hiç yürümemiş olmak ve o büyülenmişlik hissini, onun doğurduğu yenilenme ve yaratıcılığı hissetmemek… Biz şehirleri büyüttükçe doğayla, vahşi doğayla, yani varoluşumuzun kaynağıyla, bağlantımızı ne ölçüde ve hangi hızda kaybettiğimizi fark etmemeye başlıyoruz.”
Doğa ve Teknolojik Sistemler ile İnsanın Etkileşimi Laboratuvarı’nı yöneten Kahn ve ona sözü edilen yazıda eşlik eden İsviçre’deki Uppsala Üniversitesi’nden Dr. Terry Hartig, şehirde yaşamanın insanlar üzerinde oluşturduğu olumsuz duygusal ve zihinsel etkilere dikkat çekiyorlar.
“Duygu durumu bozuklukları gibi birçok zihinsel rahatsızlık şehir bölgelerinde daha yaygın. Her ne kadar bu sürece etki eden birçok faktör olsa da doğayla iletişimin azalmasının katkısı göz ardı edilemez” diyor Kahn.
Doğayla iletişim azlığının en üzücü sonuçlarından biri de “çevreye ilişkin nesillerarası hafıza kaybı”na neden olması. Kendi ürettiği bu terimi Khan şöyle açıklıyor: Her nesil, çevreye dair neyin normal olduğu konusunda farklı düşüncelere sahip ve bu fikir temelde çocukluklarındaki deneyimleriyle ilişkilidir.
Örneğin, eğer bir çocuk çamurda böcek ve solucan aramamışsa yahut boyununu bir ağacın meyvesini koparmak için olanca gücüyle uzatmamışsa bir yetişkin olduğunda ormanların azaldığı ya da bozulduğu ve bazı türlerin korunmaya ihtiyacı olduğu gerçeğinden bihaber olur; hatta bununla ilgilenmez bile.
Başka bir ifadeyle, bunlar (ağaçlar ve böcekler) onun asla özleyeceği şeyler değildir çünkü bunlara ilişkin hiçbir anısı yoktur. Fikri bir adım daha öteye götüren yazar şöyle diyor:
“Bu son zamanlarda çevreyle ilgili sorunlara gösterilen ilgisizliği açıklıyor. İnsanlar sorunun boyutu ve ciddiyetini kavrayamıyorlar çünkü temel bilgi yerinde değil.”
İnsanları şehirlere tıkmanın gelecek nesiller için ciddi sorunları olacağını iddia eden Khan, şehirlerin bu hızda büyümeye devam etmesi halinde doğanın şehir içlerine sızmasının da pek mümkün olmayacağını kaydediyor.
Kahn, buna çözüm olarak şunları öneriyor:
“Şehirler içerisinde ‘doğallık’ yaratabileceğimize inanıyorum ancak şehirlerin şimdiki planlanmasıyla bunun mümkün olacağını söyleyemem. Mega şehirlerde doğal olan hiçbir şey yok.”
Ancak yine de gelişmişliğin merkezine doğayı getirmenin bir yolu olabilir. Belki bundan sonra şehirlerdeki binalarda açılabilir pencereler olması ve içeri temiz havanın girebilmesi bir zorunluluk haline getirilebilir. Çatı bahçeleri geliştirilerek şehir içi bahçecikler özendirilebilir. Bina içlerinde ya da bina aralarında doğal türlere dokunup onları koklayabileceğimiz alanlar oluşturulabilir.
Yalnız bahsettiğim, orada burada bir iki “iyi yetiştirilmiş” ağaç bulundurmaktan öte bir şey. Doğanın iyileştirici gücünden faydalanabilmek için insan onunla tüm duyuları aracılığıyla iletişim kurmalıdır.
Bir ofisin penceresinden güzel bir bitki görmek hoştur ancak öğle yemeği arasında çimler üzerine oturabilmek ve ayaklarınızı toprağa değdirmek insanın doğa ile bağlarını güçlendirecek duygusal etkileşimlerdir.
Asıl nokta, bu faydaların önce şehir merkezlerindeki doğaya minnet duymakla var olabileceğinin farkına varmaktır. Doğal dünyanın anlayışı ve ona duyulan minnet konusunda temelde bir yenilenmeye ihtiyacımız var.
İyi düşünülerek hazırlanmış şehirlerde hem şehir yaşamının enerji ve uyarıcılığı hem de psikolojimizi iyileştirme gücü olan doğayla anlamlı etkileşimlerin sağlanabilirliği bir arada olmalıdır.
Tüm bunlara bağlı olarak Khan şu sonuca varıyor:
“Şehirler, doğayı elde ve akılda tutacak şekilde tasarlanırsa hem ekosistemi hem de sosyal yaşamı destekleyen yerleşkeler oluşturulabilir ve bunlar ‘doğal’ olarak algılanabilir.”
KENDİ AYAKLARI ÜZERİNDE DURABİLEN BİR ÇOCUK YETİŞTİRMEK / Psikososyal Kişilik Kuramı


Günümüz anne-babaları çocuk yetiştirme konusunda çok daha hassas davranmakta, çocuğunun kişilik gelişimine sağlıklı katkılarda bulunmak amacıyla pek çok kaynaktan faydalanmaktadır. Tam da bu alanda, yıllardır üzerine eklenerek gelen kuramlardan biridir; Erik Erikson’un(1902-1994) Psikososyal Kişilik Kuramı.
Bu yazıda, başlıkta belirtilen “kendi ayakları üzerinde durabilen bir çocuk yetiştirmek” konusunu, Erikson’un kuramından faydalanarak açacağız. Ufak bir farkla, “kendi ayakları üzerinde durmak” ifadesini deyim anlamıyla değil, gerçek anlamıyla kullanarak… Keyifli okumalar!
Erik Erikson, Freud’un yanında bir psikanalist olarak yetişmiş olmakla birlikte, insan gelişimini açıklarken pek çok alana değinerek zengin bir kuram oluşturmuştur. Erikson’un 8 evrelik kuramı(1963-1968) klasik tabloda sekiz basamaklı merdiven biçiminde bir köşegen oluşturur. Her döneme ait kriz ya da krizin sonunda elde edilen güçlülük, bütün diğer dönemlerdeki krizlerle ve egonun güçlenmesiyle ilişki gösterir.
Yani Erikson, herhangi bir dönemin başarılı ya da başarısız atlatılmasının diğer dönemleri etkileyeceğini savunmuştur. Şimdi, sekiz dönemden birine değineceğiz.
Özerkliğe Karşı Utanç ve Kuşku (1-3 yaş)
Bu dönem, çocuğun kendi kas sistemini kontrol altına almaya çalıştığı dönemdir. Bu kontrol mekanizması çocuğun tutma ve bırakma, bazı zamanlarda sıkıca tutma ya da fırlatarak bırakma gibi yaklaşımlar sergilemesine neden olur. Dönemin en önemli iki olayı tuvalet eğitimi ve yürümedir.
Freud, Anal Evrede çocuğun tuvalet eğitiminde anne tutumunun çocuğun sonraki dönemleri için saplantılar oluşturabileceğine değinmiştir. Anne, bu dönemde çocuğu erkenden zorlamamalı, hırpalamamalı ya da aşırı rahat bırakmamalıdır. Aksi takdirde;
Kişi, aşırı titiz ya da çok dağınık olabilir.
Kişi, düzensiz ya da çok kuralcı olabilir.
Kişi, çok cimri ya da savurgan olabilir.
Biriktirme(İstifçilik) tutumu gelişebilir, bunun yüceltilmiş hali koleksiyonculuktur.
Kişi, çevresindekilere karşı şüpheci tavırlar geliştirebilir.
Erikson ise çocuğun yürüme özelliğine odaklanmıştır. Yürüme, anne babadan bağımsız olmak için ilk harekettir. Çocuk yürüyerek ebeveyninin onu götürdüğü yere değil de kendi istediği yere gider ya da istemediği yerden uzaklaşır. Çocuk: “Ben anne babamdan ayrı bir varlığım!” diye düşünerek özerklik duygusunu geliştirir.
Bu duygunun ilk yansıması da inatçılıktır. Söylenenlerin tam tersini yapma, ebeveynin otorite oluşunu kabullenmeme anlamına gelir. Özerklik duygusunun kazanılmasındaki temel etken, bağımsız fiziksel hareketlerde bulunabilmedir.
Koruyucu olmak düşüncesiyle “işte düştü!” “işte düşecek!” “kendi başına gidemez oraya kadar” “yorulacak şimdi” “zıplamasın, başımıza iş alacağız aman!” diyerek çocuğun aslında kendine güven ve bağımsızlık geliştireceği sayılı alanlar olan tuvaletini yapmak, yürümek, koşmak, zıplamak gibi hareketlerini engellemiş ve ona hiç dillendirilmemiş bir “Sen bunları biz olmadan yapamazsın.” mesajı vermiş oluruz.
Ebeveynlerin bu evrede fiziksel hareketi mümkün olduğunca kısıtlamaması gerekir. Eğer ortamda panik bir anne varsa kısıtlayıcı davranışlarıyla çocuğun kuşku duymasına yol açar. Çocuk tek başına hareket edebileceğinden kuşku duyar. Bu durum defalarca tekrarlandığında ise çocuk ileride bağımsız karar alamayan, sorumluluktan kaçınan birine dönüşür ve çevresindeki insanlara karşı şüpheci olur.
Çocuk, kendi kontrol duygusunu kaybeder.
Çocuk, kendi gücüne karşı kuşku duyar.
Parmak emme davranışını yeniden sergileyebilir.(Bir önceki dönem hareketi)
Çocuk kendi hareketlerinden utanır. Kendi başına koşar ve düşer, düştüğünde utanır. Başarısızlık hisseder.
Bu dönemde özerk davranışlar sergileyen çocuk, aynı zamanda yetişkinin istek ve gücünün ve toplumsal beklentilerin farkına varır. Bu nedenle çocuk, doğru ya da uygun olmayan bir davranışını birisi fark ettiğinde utanç duyar. Çocuğu kendi bedeni ve ihtiyaçlarıyla ilgili utandırmak her zaman istenene uyması ile sonuçlanmayabilir. Çocuk, kimsenin kendisini görmediğinden emin olduğunda istediği şekilde davranmaya yönelecektir.
Çocuğa kendini kontrol etme bilinci kazandırılırken özsaygısının korunması sağlanmalıdır. Sağlıklı bir kontrol duygusu iradenin gelişiminin kaynağıdır.
Yaz aylarında bunlara dikkat edin!


Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Uzmanı Dr. Ebru Topalakcı, güneş çarpması ve ishal vakalarına dikkat çekti.
Yaz aylarında çocukların beslenme düzeni normale göre daha da dengesizleşebiliyor.
Tatil dönemlerinde ailelerin, çocuklarının beslenme alışkanlıklarındaki değişimlere dikkat etmesi gerektiğini belirtenÇocuk Hastalıkları ve Sağlığı Uzmanı Dr. Ebru Topalakcı, “Yaz döneminde ishal vak’alarını çok görüyoruz. Bu yüzden özellikle ellerin iyice yıkanması, gıdaların yıkanıp tüketilmesi gibi basit hijyen kurallarına dikkat edilmesi önem arz ediyor. Sıvı tüketimi yaz aylarında çok önemli. Dehidratasyon dediğimiz sıvı kaybına da çok sık rastlıyoruz. Dolayısıyla çocukların sıcak havalarda sıvı tüketiminin normale göre artırılmasını tavsiye ediyoruz. Çocukların şeker, çikolata gibi maddeleri çok fazla tüketmemesi gerektiğini ifade ediyoruz. Ama abartılmadığı sürece tüketebilirler” dedi.
Dengeli beslenmenin çocuk gelişimi açısından hayati önemde olduğunun altını çizen Dr. Ebru Topalakcı, “Ayak üstü tipi tüketim alışkanlığının vücuda birçok zararı var. Daha çocuk yaşta obezite gibi bir risk ortaya çıkıyor. Çocukların tükettikleri şeylerin faydalı olması gerekir. Proteini de karbonhidratı da yeterli düzeyde almalıdır. Sadece kilo olarak bakmamak gerekir. Beyinden karaciğere kadar her yere zararlı bir durum. Dengeli beslenmeyi fast food tüketime tercih etmeliyiz. Çocuklar etini de, balığını da, tavuğunu da, yumurtasını da, sebze-meyvesini de dengeli almalı. Hazır gıdaların içinde katkı maddeleri vardır. Katkı maddeleri vücudun tüm sistemlerini etkilerken çocuğun beyin ve beden gelişimini de olumsuz yönde etkiler” ifadelerini kullandı.
Dr. Topalakcı, güneş çarpması vak’alarıyla ilgili de şunları söyledi:
“Öğlen, güneşin etkisinin azami olduğu 12-15 saatleri arasında çocuklar direkt güneşe maruz kalmamalı. Dışarı çıkma durumu varsa güneşten koruyucu kremler kullansınlar. Gerekmedikçe bu saatlerde gölgede olmalılar”.
Atatürk Ve Atatürk’ün Çocuk Sevgisi


Atatürk, yaşamı boyunca tüm sevdiklerine hangi yaşta olursa olsun “çocuk” diye seslenirdi. Onun sözlüğünde çocuk sevgi demekti. O’nun çocuğu yoktu ama içinde bitip tükenmeyen bir çocuk sevgisi vardı. Bundan dolayı yüreği arada burkulmuş mudur bilmiyorum ama galiba bu ihtimal çok düşük; bütün Türk çocukları onun öz yavruları gibiydi. Atatürk, çocukların riyakârlık bilmeden bütün istek ve arzularını içlerinden geldiği gibi açıklamalarından çok hoşlanırdı. Son yıllarını da çok sevdiği bir çocukla geçirdi. Ülkü, Atatürk’ün çocuk sevgisinin bir simgesi oldu.
O’nun açık mavi gözleri her yerde çocukları arardı. Çağdaş ve mutlu Türkiye’yi çocuklarda görür ve çocuklarda bulurdu. Tüm yurt gezilerinde çocuklara sevgi ile yaklaşır, onlarla uzun uzun konuşurdu. Vedat Demirci’nin anılarından öğrenildiğine göre; Atatürk bir gün çocuk balosuna gider. Ortalıkta bir şaşkınlık havası doğar. Küçük bir oğlan salonun orta yerinde kalır. Bu yavru hayranlıkla bir süre Atatürk’e baktıktan sonra: “Atatürk’üm, seni öpmek istiyorum” der. Ortalığa bir sessizlik dalgası yayılır. Bu derin sessizliği Atatürk’ün sesi bozar “Öyleyse, gel öp” der. Çocuk koşarak Atatürk’ün boynuna sarılır. O sırada diğer çocuklar da: “Biz de.. Biz de..” diye bağırırlar. Böylece tüm çocuklar Ata’yı doya doya öperler. Bu görüntü çoğu kişiyi ağlatır. Büyük Atatürk de ağlar. Evet, Türk çocuklarının bu engin sevgisi için ağlar. Hem de sevinç gözyaşlarını dökerek. O gün çevresindekilere övünçle: İşte benim kuşaklarım” der.
Atatürk çocuk davasının önemini her ortamda vurgulayarak çocuklara yönelik hizmetlerde rehberlik yapmayı sürdürmüştür. 17 Ekim 1922 yılında Bursa’da kendini karşılayan çocuklara aşağıdaki şekilde seslenerek nasıl bir gençlik istediğini belirtmiştir:
‘Küçük hanımlar, küçük beyler Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz.Kendinizin Ne Kadar Önemli, Değerli Olduğunuzu Düşünerek Ona Göre Çalışınız. Sizlerden Çok Şey Bekliyoruz.’
(Atatürk Albümü–1992)
Evet, Atatürk’ün çocuk sevgisi çok büyüktü, peki ya ondan sonra gelenlerin, her fırsatta ‘Atam İzindeyiz!’ diyenlerin çocuk sevgisi nasıldı? ‘Atatürk’ten sonra gelen hiç bir cumhurbaşkanı, başbakan veya bir asker bir çocuğu elinden tutup da resim sergisi gezmeye götürmedi. Hiç bir cumhurbaşkanı veya başbakan çocuğu protokol sırasının en önüne oturtmadı. Hiçbir başbakan bir çocuğu salıncakta sallamadı. Bir çocuğu taşıttan kendi elleriyle indirmedi. Bir yabancı konukla birlikteyken yanına çocuk almadı. Bir yetişkini dinlerken gösterdiği ciddiyetle dinlemedi. Onlarla birlikte denize girmedi, objektiflere poz vermedi. Onlarla gezintilere çıkmadı. Onlara el öptürtmemezlik yapmadı. Tüm bunlar bir yana, 1938’den itibaren bu ülkede yetişkin insan-çocuk insan dostluğu, arkadaşlığı diye bir şey kalmadı. Türkiye’nin markası, Atatürk’teki çocuk sevgisi ve onun çocuğa verdiği değer olmalıdır. Eşsiz bir örnektir. Ama o büyük insanın çocuklara yaklaşımını bu ülkenin anne babaları ve öğretmenleri bile örnek almıyor ki başkalarına örnek gösterilebilsin…’