
Arel Üniversitesi Psikoloji Bölümü Dr. Öğretim Üyesi
Marmara Üniversitesi lisans eğitimini 2004 yılında ardından Maltepe Üniversitesi İnsan bilimleri, Felsefe ve Psikoloji yüksek lisansını 2006 yılında tamamlayarak uzmanlığını aldı. Kadınlarda Bağlanma stillerinin patoloji ile ilişkisini konu alan doktora tezi ile Gelişim Psikoloji Doktora programını tamamlayarak “doktor” unvanını almaya hak kazandı. Daha sonraki süreçte öğrenim hayatını ikinci bir lisans olarak İstanbul Üniversitesi Felsefe lisansını okumakta ve iki farklı Yüksek lisans daha yaparak Arel Üniversitesi Klinik Psikoloji Yüksek lisansı ve Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Yüksek Lisansı “Mevlana’nın Mesnevisin’deki kavramların psikoloji ve felsefi kavramları ile karşılaştırılması” adlı çalışması ile üç farklı alanda yüksek lisans diplomasına sahiptir.
Arel Üniversitesinde Klinik Psikoloji Yüksek lisansı Öğretim Üyesi olarak Klinik Psikoloji Yüksek lisansı öğrencilerine ders vermekte ve Klinik süpervizyonlarını gerçekleştirmektedir.
Psiko-Onkoji ve Felsefi Varoluşçu Psikoterapi ile ilgilenmekte, Travma, yas süreci, anlam arayışı ve Varoluş sancıları ilgilendiği konular arasındadır.
2004 yılından bu yana çeşitli televizyon programlarında yer almakta ve gazete ve dergilerde köşe yazıları yazmaktadır. Şimdiye kadar Çeşitli yayın kuruluşlarına, elliden fazla Özel Eğitim kurumlarına Eğitim danışmanlığı yapan Dr. Didem Küt, yarı profesyonel olarak Resim ve Seramik sanatı ile ilgilenmekte. Batmen ve Şirin adında dört ayaklı iki tane tüylü dostuyla beraber Sokak Hayvanlarını koruma derneklerinde gönüllü olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
ALDIĞIM EĞİTİMLER
- EFTA-TIC (Avrupa Aile Terapisi Derneği – Eğitim Birimi Aile ve Çift Terapisi Programı (2009)
- İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Sosyal Psikiyatri Servisi Sanat Psikoterapi Çalışma Grubu Atölye Çalışması(2009)
- Bilişsel Davranışçı Terapi Teknikleri Eğitimi (2010)
- Travma Geçiren Çocuklara Müdahale Yöntemleri Eğitimi
- Oyun Terapisi Eğitimi (Psikologlar Derneği)
- Prof.Dr. Mucahit Ozturk Cocukluk ve Ergenlik Donemi Ruh Sagligi Egitimi
- IACAPAP 2008, 18. DÜNYA Çocuk ve Ergen psikiyatrisi Kongresi
- 18. ULUSAL Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
- Çocukta CBT Uygulamaları ve Agresyonu Azaltmakta Kontrol Becerilerinin Kazandırılması
- Çocukluk çağı Tik, Epilepsi, İstemsiz Hareketlerin Tanı Yöntemleri
- Dikkat Eksikliği ile Birlikte Görülen Tik ve Takıntılar
- Çocuk ve Yetişkinler için Algı, Kişilik, Projektif Testler, Eğitim ve Süpervizyon
- Öğrenme ve Öğrenme Problemlerine Yönelik Bilişsel Müdahale Programı
- Gözlem Görüşme Teknikleri
- Düşler Atölyesi Eğitimi
- Okul Öncesinde Eğitim Yolculuğu
- Uluslararası Okul Öncesi Eğitim Konferansı
- Kariyerin Küçük Adımları 3 Kendini Yenileyen Okul Öncesi Eğitimcisi Sempozyumu
- Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi
- Kurgudan Gerçeğe Korkularımı
- Çocuk Psikiyatrisinde Tanı ve tedavi
- Psikiyatrik Hastalıklarda Tanı ve Tedavi
- Küçük Adımlar Programı ( Zihinsel Engeliler Derneği)
ÇOCUK DEĞERLENDİRME TESTLERİ
- Denver II Gelişim Tarama Testi
- Wisc-r, Weschler Çocuklar İçin Zeka Testi
- Louisa Düss Psikanalitik Hikayeler Testi
- Çocuk Çizimleri Testleri
- CAT Projektif Testi
- Bir Adam Çiz Testi
- Cümle Tamamlama (Beier) Testi
- Duygu Durum Ölçekleri Uygulama
- Çocuk Çizimlerini DeğerlendirmeMetropolitan Okul Olgunluğu Testi Eğitimi Ve Süpervizyon
- Frostig Gelişimsel – Görsel Algi Testi Eğitimi Ve Süpervizyon
- Bender Geştalt Görsel – Motor Algilama Testi Eğitimi Ve Süpervizyon
- Benton Görsel Bellek Testi Eğitimi Ve Süpervizyon
- Ankara Gelişim Tarama Envanteri Eğitimi Ve Süpervizyon
- Porteus Labirent Testi Eğitimi Ve Süpervizyon
- Gessel Testi Eğitimi Ve Süpervizyon
Ahlak gelişimi, bireyin toplumun değer yargılarını benimseyerek içinde bulunduğu çevreye uyumunu ve kendi ilke ve değer yargılarını oluşturmasını amaçlayan bir süreç olarak tanımlanır. Ahlak gelişimi, topluma nasıl davranılması gerektiğinin farkında olmaktır.
Bireyin doğuştan getirdiği gizli güçlerin etkisi ile toplumda var olan iyi-kötü ya da doğru-yanlış kavramlarının inanç, huy, tutum, alışkanlık, adet, gelenek, görenek gibi manevi değerleri oluşturan değerlerin tümüdür.
Ahlak gelişimi; bireyin küçük yaşlardan başlayarak toplum tarafından beğenilen, kabul edilen doğru davranışları yapmasıdır. Çevreden gelen tepkilerle belirlenen davranışlara ilişkin izlenim ve bilgiler ahlaki davranışlara ve ahlak kurallarına temel olur.
Çocukların ahlak gelişiminde dikkat edilecek en önemli nokta, çocuklara çocuk yaştan başlayarak ahlak kurallarına inanmaları, bunlara karşı olumlu bir tavır geliştirmeleri ve bunları uygulama alışkanlığını kazanmaları gerekir.
Her toplumun kendine özgü ahlak kuralları vardır. Her birey, küçük yaştan başlayarak içinde büyüdüğü toplumun ahlak kurallarına göre iyi ve doğru sayılan davranışları yapmamayı öğrenir. Çocuk bunu anne, baba ve yakın çevresiyle olan ilişkilerinden öğrenir.
Çocuğa öncelikle iyi davranışın neden iyi, kötü davranışın da neden kötü olduğu açıklanmalıdır. Bundan sonra iyi ahlaklı birey olarak yetişmesini beklemek doğru olur. Çocuk büyüdükçe, diğer bireylerin duygularını ve toplum kurallarını anlama yeteneği artar.
Ahlak Gelişimi ile İlgili Kavramlar
Kavramlar sırasıyla törel davranış,bencillik, öykünmecilik(taklit etme),vicdan,özgeciliktir.
Piaget’e Göre Ahlak Gelişim
Piaget, çocukların ahlak gelişimi konusunda çalışan ilk araştırmacıdır. J.Piaget; ahlak gelişiminin, bilişsel gelişime paralel olarak geliştiğini ve belli bir sıra izleyen dönemler içinde ortaya çıktığını söylemektedir. Piaget’e göre çocukların doğru ve yanlışa ilişkin yargıları ve kuralları yorumlama biçimleri yaşlara göre değişiklikler göstermektedir. Piaget, çocukların ahlak gelişimini incelerken çocukların 6 yaşına kadar oyun kuralları olmadığını, oyunları diğer çocuklardan öğrendikleri gibi oynadıklarını, ancak 2-6 yaş arasında çocuklar bazı kuralları fark etmeye başlayarak ne anlama geldiğini ya da ne amaçla konduklarını bilmeden bu kurallara uygun davranışları taklit ettiklerini belirtmiştir.
6 yaştan sonra çocuklar, kuralları izlemede ya da uymada tutarsızlık gösterse bile kuralların ne anlama geldiğini kavramaya başlamışlar. Bu yaşlarda çocuklar, kuralların değiştirilemez olduğuna inanmakta ve hiç sorgulamadan bu kurallara uygun davranmaktadırlar. Piaget’e göre 10 yaşlarına kadar çocuklar oyunlar dışında kurallara uyarlar. Fakat kuralları koyan kişiler olmadığı zamanlarda bu kurallara uymayabilirler. Örneğin çikolata yemesi yasaklanan bir çocuk, annesi ya da babası yokken çikolata yiyebilir. Piaget, 0-6 yaş döneminde çocuklarda kural kavramı olmadığından “Bu dönemde ahlak söz konusu değildir“ demektedir. Bu nedenle ahlak gelişimi, bilişsel gelişim aşamalarından olan işlem öncesinden, somut işlemler dönemine geçtiği 6 yaşına kadar başlamaz.
Piaget, çocukların oyunlarındaki kurallara uyma davranışını aşağıdaki şekilde incelemiştir:
-Devinim dönemi (0-2 yaş grubu) -Duygusal Ben-merkezcil dönem (2-7 yaş) -Başlangıç halinde işbirliği dönemi(7-11 yaş)
Kohlberg’in Ahlak Gelişim Kuramı
Kohlberg, ahlaki gelişim kuramında, ahlaki yargının insan yaşamındaki işlevi çerçevesinde incelenmesi gerektiğini vurgular. Kolhberg’in ahlak gelişimi kuramı, Piaget’nin kuramının yeniden incelenmesi, yeniden adlandırılmasıdır. Kohlberg de Piaget gibi çocuk ve yetişkinlerin belirli durumlarda davranışları nasıl yorumladıklarını incelemiştir. Piaget ahlaki gelişimi bir inşa süreci; Kohlberg ise evrensel ahlaki ilkelerin keşif süreci olarak görmektedir.
Ayrıca Piaget, anlattığı öykülerde eylem ve düşünce arasında bir ayrım gözetmezken, Kohlberg deneğin zihnindeki çatışmaları anlamaya yönelik hipotetik öyküler anlatmaktadır. Bu amaçla çocukların ve yetişkinlerin ahlaki ikilemlerini kapsayan belli durumlar vererek onlara bu durumlarda nasıl tepkide bulunacaklarını sorarak yürütmüştür. Kohlberg’in ahlaki düşünce dönem modeli, çocuklar başkaları ile birlikte karar alma işlemlerine katıldıklarında ve fikir alışverişinde bulunduklarında gerçekleşen rol oynama olanaklarına önem vermektedir.
Kohlberg’e göre ahlaki bir problemle karşılaşan bireyin getirdiği çözümler aşağıdaki gibidir;
-Konulan kurallara göre savunmak (haklı çıkarmak) örneğin: ilacı çalmamalısın. Çünkü hırsızlık yapmak iyi bir şey değildir. -Kararın maddi sonuçlarına göre savunma yapmak. -Uyum sağlamak açısından savunma yapmak. -Adalet, eşitlik ve yaşamın değeri açısından haklı çıkarmak.
Kaynak: MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI (MESLEKİ EĞİTİM VE ÖĞRETİM SİSTEMİNİN GÜÇLENDİRİLMESİ PROJESİ)
Aile de Çocuğun Ahlak Eğitiminde İlkeler :
Çocuklar gelişim özelliklerine göre eğitilmelidir.
Her yaşın kendine özgü gelişim özellikleri ve gelişim görevleri vardır. Her yaşın özelliklerinin ve görevlerinin anne ve babalar tarafından bilinmesi diğer eğitim alanlarında olduğu gibi ahlak eğitiminde de çok önemlidir. Bu durumu bilmeyen anne babalar, gelişim çağlarındaki çocuğun, bazı davranışlarını, ahlaksızlık olarak görmektedir. Burada bilinmesi gereken, bu davranışların, o gelişim çağının doğal bir özelliği ve normal olduğudur. Anne baba tutumları da çocukların o dönemleri sağlıklı ve başarılı atlatmalarında önemlidir.”Bu dönemin bir özelliği hiçbir şey yapamayız” gibi yanlış anne baba tutumları çocukların bu dönemi sağlıklı ve başarılı atlatamamalarına sebep olacaktır.
Ahlak Eğitimine, Çocuğun Doğum Anında Başlanmalıdır
Çocuğun eğitimi ve özellikle ahlak eğitimi uzun ve zorlu bir süreçtir. Bu süreç doğumdan ölüme kadar sürmektedir. Bu nedenle çocuğun ahlaki eğitimi doğumla birlikte başlar. Dünyaya yeni gelen bir bebeğin güvene sevgiye ve ilgiye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu ihtiyaçlarının sağlıklı bir şekilde karşılanması çocuğun ahlaki gelişimi açısından önem taşımaktadır.
Çocuğa İyi Bir Örnek Ve Model Olunmalıdır
Eğitimde en temel ve etkili yöntem, anne babanın iyi bir örnek ve model olmasıdır. Çocuklar özellikle belli bir yaşa gelene kadar model alarak öğrenme yolunu tercih ederler. Bu nedenle anne babalar da çocuklarını yetiştirirken sergiledikleri davranışlarına çok dikkat etmelidirler. Sürekli küfür eden eşi ile olan iletişiminde yalana sıklıkla başvuran ve şiddeti hayatlarının bir parçası haline getiren ebeveynlerin çocukları da bu davranışları görerek sergilemeye başlayacaklardır.
Çocuğun Ahlaki Gelişiminde Okulun Rolü
Çocuğun öğretmeni ve sınıftaki diğer çocuklarla ilişkilerinin niteliği de ahlaki gelişimi etkilemektedir. Öğretmenin kişiliği, tutumu, sınıftaki olaylara bakış açısı, ahlaki alanlardaki teorik eğitimden daha önemlidir. Çocukların model alarak öğrendikleri düşünüldüğünde aile ortamından yeni çıkıp okula başlayan bir bireyin gördüğü kişiler öğretmeleri ve arkadaşlarıdır.
Çocuğun ahlak eğitiminde en önemli kurum ailedir. Bunun yanında arkadaş ilişkileri, okul hayatı ve kitle iletişim araçları çocuğun ahlaki eğitiminde önemli bir rol oynamaktadır. Eğer çocuk iyi davranışlara yönlendirilmezse kötü davranışlara yönlenebileceğinden çocuğun eğitimi ile ilgilenenlere büyük görevler düşmektedir.
Aileler ne yapabilir?
Ailelerin çocuklarını disipline etme modellerinin de ahlak gelişimi üzerinde çok büyük rolü olduğunuz savunan uzmanlar ailelere çocuklarını katı ve soğuk bir tavırla disipline etmemelerini söylüyor. Çünkü bu tip bir disiplin anlayışı, çocuğun dış dünya ile kötü ilişkiler kurmasına yol açıyor ve çocuğu kendisini koruma güdüsü ile şiddete yöneltiyor. Şiddet ile ahlak gelişiminin ters orantılı olduğunu açıklayan uzmanlar, çocuğun bu tavırlarının onun ahlak gelişimini olumsuz yönde etkileyeceğini savunmaktadır.
- Kültürel açıdan kadına davranış ve katı rol biçilmiş olması
- Evlilikle ilgili gelenek ve görenekler
- Erkek egemenliğinin aile içinde koşulsuz kabulü
- Şiddetin çözümün bir parçası olduğunu düşünme
- Kadının ekonomik bağımlılığı
- Kadının eğitim almaması, eğitim ve öğretimden mahsur bırakarak iyi bir anne ve iyi bir eş olmasının önüne geçilmesi
- Yasal hakların bilinmemesi
- Aile içi şiddetin aile içi konu olarak görülmesi, ailede ve etrafındaki kültürde doğal karşılanması, görmezden gelinmesi
Aile İçi Şiddetin Çocuk Üzerindeki Olası Etkileri
- Uyku bozuklukları ve kâbuslar
- Gelişimsel gecikmeler
- Davranışlarda gerileme, tuvalet eğitimi alan çocuğun yeniden yatağını ıslatmaya başlaması gibi.
- Sinirli olması ve içe kapanması
- Baş, karın ağrısı gibi psikosomatik hastalıklar
- Evde ve/veya okulda saldırgan davranışlar, konuşma ve suça yönelme eğilimi
- Alkol, sigara, madde bağımlılığı eğilimi
- Hayvanlara eziyet etme
- Evden kaçma gibi davranış problemleri
- Kaygılı ya da korku dolu olması
- Ebeveynlerinin davranışlarını model alma
- Şiddet davranışlarının kuşaktan kuşağa aktarılması
Şiddetin Ortaya Koyduğu Sağlık Sorunları
- Ölümcül Olmayan Fiziksel Sonuçlar
- Yaralanma, istenmeyen hamilelik, cinsel hastalıklar, şiddetli karın ağrıları, kalıcı sakatlık, astım, kendine zarar verici davranışlar (sigara, meydan okuma, bu güdü ile yapılan tacizi teşvik edici davranışlar
- Ölümcül Olmayan Ruhsal Sonuçlar
- Depresyon, korku, endişe
- Ölümcül Sonuçlar
- İntihara teşebbüs
- Bebek ölümü
- Aids (Buvinic et al, 1999)
- Aile içi şiddetin sağlık boyutu kadar ekonomik, eğitim, insan hakları boyutu da gözardı edilmemelidir.
Anne Babaların Bilmesi Gerekenler
- Çocuklar, yetişkinlerin bakımına ve korumasına muhtaçtırlar ve hiç bir şekilde fiziksel istismara maruz kalmamaları gerekmektedir.
- Ne yaparsa yapsın, hiç bir çocuk dövülmeyi ya da istismar edilmeyi hak etmez ve bu tür bir davranıştan öğrenebileceği hiç bir olumlu ders yoktur.
- Çocuklar doğruyu yanlışı ebeveynlerini taklit ederek bulurlar. Eğer siz ona vurursanız, o da başka birine vurmanın yanlış olmadığını düşünecektir.
- Pek çok yetişkin, bunu terbiye vermenin bir yolu olarak görse de fiziksel ceza çocuğa zarar verir ve ciddi hasarlara yol açabilir.
- Şiddet çatışma yaratır.
Çocuğunuzun içinde gelişim özelliklerini bilmeniz onu daha iyi tanımanıza ve kolay iletişim kurmanıza katkı sağlayacaktır Aşağıdaki ipuçlarının sizlere bu konuda yardımcı olacağını düşünmekteyiz.
- Çocuklarınızın gerçekçi amaçlar belirlemesi için fırsatlar verin, rehberlik edin.
- Çocuğunuz başarısızlık yaşadığında onu başarılı olabileceği bir alana yönlendirin.
- Çocuğunuza ne yapacağını söylemek yerine seçenekler sunup seçimlerine rehberlik edin.
- Çocuğunuzun bir işi yapmak için gösterdiği çabaları takdir edin.
- Çocuğunuza karşı cesaret kırıcı değil destekleyici yaklaşımlarda bulunun.
- Başarı duygusunu tatması için fırsatlar verin.
- Çocuğunuzun yaptığı işlerde iyi bir gözlemci olun ve sabırlı davranın.
- Kendi kararlarını vermeleri ve sorumluluk almaları için fırsatlar verin.
- Duygusal gelişimlerini desteklemek için duygularını ifade etmelerine fırsatlar vererek yardımcı olun.
- Çocuğunuzu fiziksel özelliklerine göre değerlendirmeyin. Fiziksel özelliklerinin kişisel gelişimlerini olumsuz etkilememsine dikkat edin.
- İçine kapanık kendine güvensiz ve alıngan çocuğun bu yönlerini değiştirmesine fırsat verecek etkinlikler yapmaları için destekleyin
- Onun adına karar vermeyin girişimlerde bulunmayın.
- Çocuğunuza sık sık onu sevdiğinizi söyleyin.
İster bebek olsun ister bir ergen, tüm çocuklar sevildiklerini ve değer verildiklerini hissettiklerinde:
- Daha mutlu olurlar.
- Yeni şeyleri denemek için kendilerine olan güvenleri artar.
- Kendi başarılarını fark eder ve bundan keyif alırlar.
- Kendilerine ve diğer insanlara değer verirler.
- Gelecek için umutları olur.
Çocuğunuza sık sık onu sevdiğinizi söyleyin. İster bebek olsun ister bir ergen, tüm çocuklar sevildiklerini ve değer verildiklerini hissettiklerinde:
- Çocuğunuzdan bir şey yapmasını isterken, onun anlayabileceği bir dille bunun nedenini de açıklayın. ‘Çünkü ben öyle istiyorum’ vb. demek yerine, çocuğunuz bir şeyi yanlış yaptığında hatanın ne olduğunu ve bunu nasıl düzeltebileceğini onunla tartışın.
- Çocuğunuzla konuşurken onun kendisini, varlığını değil, davranışını reddettiğinizi anlaması gerekir. Örneğin, çocuğa oyuncaklarını doğru düzgün toplamadığında ‘Sen ne beceriksiz çocuksun?’ diye çıkışmakla, ‘eline sağlık güzel olmuş, hadi gel bakalım biraz daha toplayabilir miyiz?’ demek arasında gerçekten çok büyük bir fark vardır.
- Çocuğunuzu dinleyin ve görüşlerine saygı gösterin. Onunla iletişim kurun ve sorunların çözümünü beraberce bulmaya çalışın.Çocuğunuzun davranışları için yaşına uygun, mantıklı sınırlar koyun.
- Gerekiyorsa çocuğun gelişim dönemlerine ilişkin bilgi toplayın, uzmanlara danışın.
- Eğer kontrolünüzü kaybedip istemediğiniz bir şeyi öfkeyle çocuğunuza söylerseniz asla özür dilemekten utanmayın. Bu şekilde çocuğunuz yetişkinlerin de hata yapabileceğini ve bunu açıklayabileceklerini görür.
- Çocuğunuza davranışını, görünüşünü etiketleyen isimler takmayın. Bu isimler onun benlik saygısına zarar verecektir.
Kimi insanlar karanlıktan korkarlar, kimileri yalnız kalmaktan, kimileri ise, gök gürültüsünden, ölümden, böceklerden vb. Korku, canlı varlıkların, bilinen ve bilinmeyen tehlikeler karşısında gösterdikleri en doğal tepkilerdir. Çocukların korktuğu şeyler yaşına göre değişiklik gösterir. İki-üç yaşındaki bir çocuk gök gürültüsünden, elektrik süpürgesi sesinden; üç-dört yaşındaki bir çocuk ise karanlıktan, Öcüden, altı yaşındaki bir çocuk ise hayaletten, yangından korkabilir.
Bazı anne-babalar korkularını çocuklarının yanında sürekli göstererek ve söyleyerek yaşarlar. Çocukta model aldığı kişilerin korkularını örnek alır. Çocukların eğitiminde korkuyu bir disiplin aracı olarak kullanarak bir şeyler yaptırılmaya çalışılması da çocukta korku oluşumuna neden olur. “Yaramazlık yaparsan seni dilenciye veririm, beni üzme yoksa seni köpeğe veririm, uyumazsan öcü gelir, seni alır götürür” gibi korkutmalar anne-babaya kolay gelir, hem de çocuğun bedensel bir zarara uğramadığını düşünerek içleri rahat eder.
Aşırı koruyucu ailelerin çocuklarında korkular çoğalır.“Parkta kaydırağa binme düşersin, o çocukların yanına gitme seni döverler” gibi sözlerle çocuğu korumaya çalışmak onu girişkenlikten, deneyim kazanmaktan, dayanıklı olmaktan alıkoyar. Yaşanılmış bazı olumsuzluklar yaşantılar da çocuklarda korkuya sebep olabilir. Kaza geçirmek, eve hırsız girmesi, yangın, deprem, büyük kavgalar gibi olaylar çocuklarda ileriki yaşlara değin sürecek korkulara sebep olmaktadır.
Çocuklar, bilmedikleri, fakat başkalarından duydukları olaylardan da etkilenir ve korkarlar. Görüldüğü gibi korkunun pek çok nedenleri vardır. Korkuların ortadan kaldırılması için öncelikle nedeninin bilinmesi gerekir. Çocuklarla korkularının nedenleri hakkında açık konuşulmalı, “çivi çiviyi söker” düşüncesiyle korkunun üstüne gidilmemelidir. Korkuları ile alay etmemeli, onları ayıplamamalı ve utandırmamalıdır: “Koskoca adam oldun hala bundan mı korkuyorsun?”, “Erkek adam korkar mı?”, “arkadaşların hiç korkmuyor sen niye böylesin?’’ gibi kıyaslamalar yapmamalıdır.
Çocuk korkutularak ondan istenilen davranışları yapması için zorlanmamalıdır. Yetişkinler, basit durumlar karşısında aşırı korku tepkileri göstererek çocuklara olumsuz örnek olmamalıdır. Çocuklara korkmalarına neden olacak öyküler anlatılmamalı, televizyon programlarında seçici davranılmalıdır. Problem çözülemiyorsa mutlaka uzman bir kişiden yardım alınmalıdır…
Her çocuk bazı şeylerden korkar. Fakat korku, çocuğun iştahına, uykusuna, oyunlarına, tesir edecek dereceye gelirse normal sınırı aşmış demektir.
Birçok çocuklarda müşterek olan ilk korku: Çocukların çoğu ilk gördükleri şeyden çekinirler. Mesela, okula başladıkları ilk gün, doktora veya dişçiye gittikleri gün, berbere saçlarını kestirmeye gittikleri gün. Çocuklar bu durumlarda o kadar korkarlar ki, birçoklarını ellerinden tutup geri getirmekten başka çare kalmaz. Çocuğun yaşı ne olursa olsun, ilk defa karşılaşacağı şeyleri evvelden kendisine açıklamak faydalı olur.
Bunlar yalnız sözle kalmadan başkalarıyla böyle yerlere bir iki defa gitmesi onu bu durumlara alıştıracağından, kendi vakti gelince güçlük çekmez. Mesela, okul çağından küçük olan kardeş, ağabey veya ablasının okuluna birkaç sefer götürülürse, faydalı olur. Babası berbere giderken, henüz saçlarını kestirmek zamanı gelmediği halde oğlunu da berbere götürürse, çocuk vakti geldiği zaman saç kestirmenin zararlı bir şey olmadığını evvelden bilecek ve korkmayacaktır.
ÇOCUK VE DOKTOR KORKUSU
Çocuğun doktor korkusunu yenmek için ne yapmak gerekir?
Hemen hemen her çocuk, doktordan ve sağlık kuruluşlarına gitmekten korkar. Bu korku, bazı çocuklarda fobi haline gelerek aşırı bir şekilde görülür.
- Çocuğunuz, yaramazlık yaptığı zaman ‘Seni doktora götürüm, iğne yaptırırım’ ya da ‘Pipini kestiririm’ gibi sözlerle tehdit etmeyin. Onu doktorla, sünnetçiyle, hemşire ile korkutmayın. Böyle yaparsanız, çocuğunuzun bilinçaltına korku duygusu yerleştirmiş olursunuz.
- İğne ya da cerrahi bir müdahale yapılırken, hasta olan kimsenin canının yandığını gören çocuk, doğal olarak bu tür işlemlerden korkacaktır. Özellikle küçük yaşlardaki çocuğunuza evde ya da hastanede bu tür görüntüleri seyrettirmeyin.
- Bazı anneler, ‘Bak, bu amca sünnetçiymiş’ ya da ‘doktormuş’ gibi sözler söyleyip, çocuğu korkutmak suretiyle yola getirmeye çalışırlar. Oysa çocuk, bu arada doktordan da, sünnetçiden nefret etmeye başlar.
- Çocuğunuzun sağlıkla ilgili bir sorusunu, siz cevaplamak yerine tanıdığınız bir doktora sordurabilirsiniz. Hem çocuğunuzun doktorla iletişim kurmasını, hem de daha sağlıklı bilgi edinmesine yardımcı olursunuz.
- Çocuğunuza ilaç verirken ‘Bak bu şeker’ diyerek içirmeye çalışmayın. Çocuğunuz, hapların şeker olduğunu zannederek içmeye kalkabilir.
- Özellikle aşılar yapılırken bunların insan sağlığı için gerekli olduğunu, yoksa çok kolay hasta olunabileceğini uygun bir dille ona anlatın.
Bu ayın diğer aylardan farkı her yardıma ihtiyaç duyduğumuzda anne diye seslendiğimiz, bizi hastalandığımızda iyileştiren, hayal kırıklına uğradığımızda tekrar güvenmemizi sağlayan, her tökezlediğimizde ayağa kalkmamız için bizi cesaretlendiren, o gülen yüzünü bizden hiç esirgemeyen biricik annelerimiz. Dünyanın her yerinde mayıs ayının ikinci haftasında Kutlanan Anneler Günü sebebiyle bu ayki yazımda Anne ve çocuk ilişkisi üzerine değinmek istiyorum.
Anne ile çocuk arasındaki bir ilişkiden bahsedeceksek bu ilişki için bebeğin doğumunu beklenediği aşikârdır. Anne ile bebek arasındaki ilişki annenin hamile olduğunu öğrenmesi ile başlar ve bebeğin doğumuyla birlikte daha belirgin bir hal alır.
Hamilelik süresince doğduğunda kime benzeyeceği, isminin ne olacağı, hazırlanan oda ve karnımızdaki küçük kıpırdanışlar anne ile bebek arasında bir bağ kurulmasına yol açar. Bu bağ onu ilk kucağımıza alıp kokusunu içimize çektiğimizde, onu ilk emzirirken göze göze geldiğimizde artık onun bizim ayrılmaz bir parçamız olduğunu fark ederiz.
Sağlıklı bir anne çocuk ilişkisinin oluşmasında Annenin ruh sağlığı birinci önceliktir. Çocuk sahibi olmaya hazır olmayan bir anne , mutsuz bir evliliğin süregeldiği ailelerde anne çocuk ilişkisinin sağlıklı olmasını da bekleyemeyiz.
Bebeğin gözlerini açtığı zaman, ilk psiko-sosyal görevi güvenmeyi öğrenmektir. 0-2 yaş dönemi içerisinde bebek ile kurulan bağ ihtiyaçlarına zamanında cevap verip veremediğimiz, onu yetiştirme şeklimiz ve duygusal etkileşimimiz çocukta güven- güvensizlik duygularının oluşmasına neden olur. Anne ve çocuk arasındaki ilişkide tutarlılık, devamlılık çocuğun hayatındaki ilk şemasını güven içerisinde oluşturmasını sağlar. Çocuk bu sayede hayata kendisine ve çevresine güven duymayı öğrenir ve ilerde kuracağı ilişkilerin temelini oluşturacaktır.
Yapılan araştırmalarda anne yoksunluğu yaşayan çocukların gelişimlerinde, gecikme, gerileme ve duraklama görüldüğü saptanmış. Bu çocukların duygusal -sosyal açıdan yaşıtlarınla aynı seviyede olmadığı anlaşılmıştır.Duygusal bağ kurma eğilimi ve gereksinimi çocuğun doğumu ile başlar ve hayat boyu devam eden bir gereksinimdir.
İdeal anneden bahsetmek olanaksız olsa da başarılı bir anne çocuğun ihtiyaçları doğrultusunda hareket edip, çocuğuna sevginin yanında onu hayata da hazırlayan kişi olmalıdır. Sorumluluk duygusunu aşılamaya özen göstermeli, özgüvenini incitmeden geliştirme yollarını denemeli ve aşırı hoşgörülü ve katı olmadan sağlıklı bir disiplin yöntemini benimsemelidir. Davranışlarında tutarlı olup çocuğun isteklerine kulak vererek onu anlamaya çalışan toplum ve kendisiyle barışık bir birey olmasını sağlayan çalışan anne, çocuğun yaşamını deneyimleri üzerine kurmasına da yardımcı olur.
Çocuğumuzun ihtiyaçlarını zamamında yerine getirmek yerine bunu erteleyen anne daha sonrasında bütün ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamaya çalışsa bile bu daha önceki tatmin edilmemiş olmasından kaynaklanan yoksunluğu gidermeyecektir. Kurumuş bir bitkiye su vermekle onu canlandıramayacağınız gibi. Çocuğun gelişimini şekillenmesinde en birinci varlık annedir. Çocuk sevildiğini hissetmeden yaşayamaz.
Anne sevgisi olağanüstü şeyler yaratabilirken, sevgisiz ve ilgisiz bir annede içinden çıkılması zor, tamiri onarılmaz yaralar açabilir. Çocuğumuza sevgimizi vakit kaybetmeden gösterelim ve ona sevmeyi öğretelim. Çocuğunuzla beraber sevgi dolu yıllar geçirmeniz temennisiyle. Hepinizin ve annelerinizin Anneler gününü en içten dileklerimle kutluyorum ve daha zamanınız varken tadını çıkarmanızı diliyorum.
Zeka ile bilişsel gelişim birbirinin destekleyicisidir. Zeka genelde kişinin çevresine uyum sağlama başkalarının öğretiminden yararlanmaksızın problem çözme olarak tanımlanır. Zeka yeni doğan bebekte gizil güçtür.Çevre etkileri yoluyla ortaya çıkar.
Zekanın İnsanlar Arasındaki Dağılımı
0-25 arasında olanlar İdyo 25-50 arasında olanlar Embesil 50-70 arasında olanlar Moron 70-80 arasında olanlar Sınır bölgesi 80-90 arasında olanlar Tutuk (durgun) normal yada ağır öğrenen 90-110 arasında olanlar Normal 110-120 arasında olanlar Üstün zekalılar 120-130 arasında olanlar Çok üstün zeka 130 ve üzeri olanlar Dahiler
İDYOLAR: Zeka bölümü 0-25
Ağır zeka geriliği mevcuttur.Kendilerini tehlikelerden koruyamaz,kendi bakımlarını yapamazlar.Beden ve iç organlarında deformasyon mevcuttur,çoğu doğum öncesi nedenlerle oluşur. Eğitim ve öğretim etkinliklerinden yararlanamazlar,temizlik vb. alışkanlıklar şartlı öğretimle bazılarına öğretilebilir.
EMBESİL: Zeka bölümü 25-50
Kendi kendilerine işlerini yeterince yapamazlar,başkalarının kontrolüne ihtiyaçları vardır.Yürümek ve koşmak geç başlamıştır.Okul öğretiminden yararlanamazlar.2-5 yıl aynı sınıfı tekrar ederler.7 yaşındayken 2 yaşındaki bebek gibi davranırlar.Öğretimle alışkanlık kazandırmak ve basit işleri yaptırma olanağı yoktur.
MORON: Zeka bölümü 50-70
Bunlara eğitilebilir zeka geriliği olanlar dense de zeka zayıflığı nedeniyle hayatlarını kazanamazlar.Varabilecekleri en üst zeka yaşı 7-10 arasındadır.Bunlar toplumda önemli problem teşkil ederler.Normal insanların arzularına sahip oldukları halde kontrol edebilecek durumda değildirler.Bazıları okuma-yazma öğrenirler,ilkokul 3.sınıfın çalışmalarını başarabilirler.
SINIR BÖLGESİ: Zeka bölümü 70-80
Çocuklarda Zeka Gelişimi
Normal okulda geç ve güç okuyan çocuklardır. Dikkat,bellek,yargılama yapmada zayıftır. Heyecan kontrolü ve uyumları kusurludur.Okuma-yazma öğrenebilirler. Basit işlerde çalışabilirler.
TUTUK – NORMAL: Zeka bölümü 80-90
Normal eğitim programlarından yararlanırlar.Ancak bazı etkinliklerde başarı düşüktür.Temel eğitimi tamamlayabilirler.
NORMALLER: Zeka bölümü 90-110
Toplumdaki fertlerin %50’si bu gruptadır.Tüm eğitim olanaklarından yararlanırlar.Yaptıkları işler mükemmel ve başarılıdır.Eğitimlerinde problem yoktur.
ÜSTÜN ZEKALILAR: Zeka bölümü 110-120
Bu çocuklar normal çocuklara oranla daha çabuk öğrenirler. Başarıları iyidir. Ara-sıra göze batan bir üstünlük gösterirler.Kolay kavrarlar ve algılama güçleri yaşıtlarından daha üst seviyededir.
ÇOK ÜSTÜN ZEKALILAR: Zeka bölümü 120-130
Tanınmış,hayatta büyük başarı elde etmiş kişilerin çoğu bu grup içindedir.Bunların bir çoğu zekasını erken yaşta gösterir.3 yaşında okuma yazma öğrenmeye başlar. Okulda arkadaşları arasında kendilerini belli eder,hayata genel olarak iyi uyum gösterir.
DAHİLER: Zeka bölümü 130 ve üzeri
Hayata uyumları iyi olmakla beraber eğitimleri o kadar kolay değildir.Potansiyelleri çok üstün olan bu çocuklarda normal çocuklara ait problemlere ek olarak bazı olumsuzluklarla karşılaşır.Bu çocuklar yaşıtlarını ilgilendiren oyun vb. etkinliklerden sıkıldıkları için özel eğitim gerekir.
Dil,insanların düşünce,duygu,tutum ve kültürel değerleri öğrenmelerinde ve öğretmelerin de önemli bir iletişim aracıdır.Yeni doğan bebeklerin dili evrenseldir.Ancak çocuk çıkardığı çeşitli seslerden bazılarının çevresindeki insanları etkilediğini fark eder.
Tesadüfen ba-ba diyen çocuğun etrafındakiler baba dediğini sanarak çocuğun bu konuşmasını pekiştirirler.Öğrenmede pekiştirme kuralına göre çocuğun çıkardığı seslerin ödüllendirilmesi önemlidir.
İnsanlar konuşmayı doğduktan sonra sosyal etkileşme sonucu olarak öğrenir.Böylece herkes doğduğu toplumun dilini öğrenir.
Dil insana özgü ve en güçlü iletişim aracıdır.
Dilin Elementleri
a)Ses b)Sıra c)Anlam
Ses: Çocuk başlangıçta sesin akışını duymalıdır.Sesin akışını algılayan çocuk,bu sesleri küçük parçalara bölerek kendi dilini oluşturur.Çocuk aynı zamanda,benzer ve aynı sesin değişik örneklerinin farkına varmalıdır.Mesela,P ile B birbirine yakın iki sestir.Her ikisi de dudakları açıp derin nefes vermekle çıkarılır.
Sıra: Çocuğun birkaç kez tekrar edilen seslerin akışını öğrenmesi dil öğrenmek için yeterli değildir.Çocuk aynı zamanda ses gruplarındaki sıraya da dikkat etmelidir.Cümlede sıfatlar isimlerden önce gelir.Sözcüklere eklenecek takıları öğrenmek gerekir.
‘’Ali süt içer’’ cümlesinde sıra değiştiğinde ‘’Süt Ali içer’’ yanlış olduğundan cümle anlamsız hale gelir.
Anlam:Anlam dili kullanmanın can damarıdır.Dili öğrenmek için çocuk görerek ve duyarak algıladığı sembollerin anlamlarını bulmalı ve cümle içinde kullanabilmelidir.
Çocuğun Dili Kullanması
a) Dilin Kullanılmasında İlk Basamaklar(0-9 ay)
Bebekler ilk yılda agularlar. Bebek sağır olsa bile hatta ailesi de sağır olsa bile sesle ilgili organları özürlü olmadıkça agular.Bebek agularken çıkardığı sesler yetişkininkine benzemez. Agulama sona erdiği zaman mucize gibi çocuk ilk kelimeyi söyler.
b)Tek Sözcük Dönemi (9-12 ay)
Çocuklar 9-12 aylar arasında ilk sözcüklerini söylemeye başlarlar.Çocuğun ilk sözcük sağarcığının büyük bir bölümünü isimler oluşturur.Genellikle bunlar çocuğunun iletişim kurduğu nesne ve kişilerin isimleridir.
c)İki Sözcük Dönemi (16-18 ay)
Özellikle 16-18 aylar arasında ortaya çıkar ve dilde bundan sonraki gelişmelere temel teşkil eder.Çünkü sözcüklerin birbirleriyle olan ilişkilerini kavramaya ve iki sözcüğü yan yana getirerek farklı anlamlar ifade etmeye başlar.
‘’Anne süt’’ anne bana süt ver anlamını taşır.
d)Basit ve Bileşik Düşünceleri Anlatma Dönemi (20-36 ay)
İki sözcük devresini izleyen sürede çocuk artık 3-4 sözcüğü yan yana koyarak tek bir düşünceyi bütünüyle ifade edebilir.Çocukların yanında konuşurken seçilen kelimelere dikkat edilmelidir.Çocuk öğrenme yoluyla çevresini tanır.Doğduğu günden itibaren çocukla düzgün cümleler kurarak konuşulmalıdır.
Dil Özürleri
Çocuklar dili kullanmada,düşündüklerini ifade etmede ve konuşulanları anlamada güçlük çekiyorlarsa dil gelişimi ile ilgili bir sorunun varlığı düşünülmelidir.
Dil Özürlerinin Nedenleri
Ağızdaki yapı bozuklukları Duyu organlarının bozuklukları Merkezi sinir sistemine bağlı bozukluklar Zeka gerilikleri Çocuğun yaşadığı çevre ve aile ortamı
Belli Başlı Dil Bozuklukları
Söylenenleri ve konuşulanları anlama,dil gelişiminde çocuk önce söylenenleri anlamaya başlar,daha sonra bu kelimeleri kendisi kullanır.
Çocuk bildiği kelime sayısının da kendini anlatmada önemli rolü vardır.Kelime sayısı sınırlı ise çocuk söylemek istediklerini ancak bildiği kelimelerle anlatabilir.
Artikülasyon Bozuklukları
Çocuğun kendi yaşıtlarından farklı bir sesle konuşması,sesleri kendine göre değiştirmesi, bazı harfler yerine başka harfler kullanması ve bazı harfleri de hiç çıkarmadan kelimeleri tamamlamasıdır.ÖRN:Kitap yerine kipat,kiraz yerine kiyaz gibi…
Kekemelik
Konuşmanın akıcılığını kaybetmesi,cümlelerin başında veya ortasında sözcüklerin tekrarlanması veya kesik kesik söylenmesi,hecenin uzatılmasıdır. Kekemelik nedenleri çeşitli olabilir. Ailede kekemelik varsa,çocuk bu ortamda büyürken taklit yoluyla bu davranışı kazanabilir.
Hafif dereceli kekemelikte çocuk konuşmasının başkalarından değişik olduğunun farkında değildir.Bu nedenle konuşmaktan çekinmez.Kekemeliğin daha ileri derecede olması, çocuğun konuşurken birtakım el kol hareketleri yapmasına ve bazı tikler geliştirmesine neden olur.Bir ortamda rahatça konuşulabilen çocuk değişik bir ortamda tutulabilir. Kekemelikte şaşırtıcı gelişmeler de olabilir.Bazen çocuk günlerce kekelemeden konuşabilir.
Bazı zorlamalarda çocuğu kekemeliğe yöneltir.Örn:sol elini kullanan bir çocuğun,sağ elini kullanması için ana,baba veya öğretmen tarafından zorlanması,çocuğun korkutulması,çocuktan gücünün üstünde işler istenmesi,aile içi problemler,kekemelik nedeni olabilir.
Dil Bozuklukları İle İlgili Alınacak Önlemler
Gerçek nedeni araştırılıp,önleyici çözüm yolları bulunmalı,fiziksel bozukluklar giderilmeye çalışılmalı Çocuğa evde ve okulda konuşma fırsatı verilmeli,konuşurken sabırla dinlenmeli,alay edilmemelidir. Yetişkinler çocuk için birer model olduklarını unutmayıp,konuşmalarında dikkatli olmalıdır. Çocukla konuşurken,onun daha iyi anlayacağı düşünülerek bebekçe konuşulmamalı,kelimeler ve cümleler tam ve düzgün bir şekilde söylenmeli Çocuğa sevgi ve ilgi gösterilmeli,okulda kendini ifade edebileceği bazı görevler verilerek çocuğun cesareti arttırılmalıdır. Çocuğun özürü ile ilgi merkezi haline getirilmemeli Özürü ile ilgili çocuğun yanında başkaları ile konuşulmamalıdır. Çocuğun bu problemi farkına varması sağlanmalı,çözümü için kabullenmesi ve kendisinin de yardımcı olması gerektiği açıklanmalı Problemi ortadan kaldırmak veya azaltmak için uzman kişi ve kuruluşlarla işbirliği yapılarak çocuğa yardımcı olunmalıdır.
Amaç: İştahsızlık ve ağırlık kaybı gibi genel tıpta çok sık görülen şikayetlerle seyreden anoreksiya nervoza, mortalite riski nedeniyle önemli ve zaman zaman medyada da konu olan dramatik bir psikiyatrik bozukluktur. Günlük tıbbi uygulamada anoreksiya nervozanın karakteristik özelliklerinin yeterince bilinmemesinin doğurduğu bazı ayırıcı tanı sorunları görülebilmektedir. Ana bulgular: Anoreksiya nervoza psikolojik kökenli basit bir iştahsızlık değil, belirgin ölçüde ağırlık vermeye yönelik davranış biçimi, şişmanlamaktan aşırı korku ve kadınlarda amonere, erkeklerde cinsel güç ve ilgide azalma şeklinde endokrin bozukluklarla karakterize bir psikiyatrik bozukluktur. Sonuç: Mortalite oranı % 20 civarında olan anoreksiya nervoza organik ve psikiyatrik bozukluklardan ayırıcı tanıda dikkatle ele alınmalıdır.
Anorexia nervosa
Daha çok ergenlik çağındaki genç kızlarda görülen anoreksiya nervoza 1873 yılında Gull ve Laseque tarafından tanımlanmıştır. Tedavi edilmediğinde ölüm oranının yüksek olması ve batı ülkelerinde yaygınlığının giderek artması bu hastalığa ilgiyi artırmıştır.
Anoreksiya nervoza DSM-IV’de yaş ve boy uzunluğu için olağan sayılan bir vücut ağırlığına sahip olmayı kabul etmeme, şişmanlamaktan aşırı korku, beden algılamasında bozukluk ve menstrüasyonların kesilmesiyle karakterli bir yeme bozukluğu olarak tanımlanmıştır.
Anoreksiya nervozalı hastaların vücut ağırlığı ve vücut biçimleriyle ilgili aşırı zihinsel uğraşları vardır. Hastalar vücut ağırlığının artmasını engellemek için zorlu egzersizler (yürümek, bisiklete binmek, yüzmek vb.) ve sıkı diyet uygular. Buna bağlı olarak ortaya çıkan ağırlık kaybını takibeden yaklaşık 1.5 yıl içinde hastaların % 30-50′sinde aşırı yeme atakları ortaya çıkar.
Hastalar şişmanlamaktan aşırı korktuğu için bu yeme ataklarından sonra kendini kusturma, laksatif ve diüretik kullanma sıktır. Bu nedenle anoreksik hastalar, diyet kısıtlaması uygulayan kısıtlanmış tip ve yeme ataklarının olduğu bulimik tip olarak iki alt tipe ayrılmaktadır.
Gerek diyet kısıtlaması uygulayanlar, gerekse aşırı yeme atakları olanlar zayıf kalmaya aşırı gayret gösterir karbonhidrat ve yağ içeren yiyeceklerden kaçınırlar.
Az yemek yemelerine rağmen yemeği hazırlama ve pişirmeyle obsesif şekilde uğraşırlar. Yemek yemeleri törenseldir. Yeme atakları olanlarda kleptomani sıktır.
Eşlik eden ruhsal belirtiler
Anoreksiya nervoza ile birlikte depresif belirtiler sık görülmektedir. Serotonerjik sistemin yeme düzenini ayarlamaya ek olarak impulsif davranışlar ve mizacın düzenlenmesinde de rolü olduğu kabul edilmektedir. Major depresyonda serotonin metabolizmasındaki düzensizliğin rolü bilindiğinden, anoreksiya nervoza ile major depresyon arasında biyolojik etkiler yönünden etiyolojik benzerlik olabileceği ileri sürülmektedir. Depresyon dışında obsesif kompulsif bozukluk, histrionik özellikler, anksiyete ve hipokondriyazis, anoreksiya nervozaya sıklıkla eşlik eden ruhsal bozukluklar arasındadır. Yapılan bir çalışmada obsesif kompulsif bozukluklu kadın hastada % 26 oranında anoreksiya nervoza saptanmıştır. Bir diğer çalışmada yeme bozukluklu hastanın % 60′ında kaçınan kişilik özellikleri, % 7 ‘sinde borderline kişilik özellikleri saptanmıştır. Yeme bozukluğu olan hastaların % 30′unda çocukluklarında seksüel kötüye kullanım olduğu bulunmuştur.
Hastalığın başlangıcı sıklıkla stresli bir olay ile birliktedir. Orta ve yüksek sosyo-ekonomik sınıflarda, zayıf kalmanın desteklendiği mankenlerde ve balerinlerde daha sık anoreksiya nervoza görüldüğü bildirilmektedir.
Etiyoloji
Bu hastalığın oluşumunda gelişimsel aile dinamikleri ve biyolojik faktörler önemli rol oynar. Rejim yapmanın psikolojik ve fizyolojik olarak incinebilir kişilerde ağırlık kaybını tetiklediği kabul edilmektedir.
Bu kişilerin ergenlik dönemi sorunlarıyla baş edebilmede yetersiz oldukları, sosyal çevrede ince olmak önemliyse kendilik değeri ve başarının kriteri olarak anoreksiya nervoza geliştiği ileri sürülmektedir.
Psikoanalistlere göre cinselliği kabul edememe sonucunda hasta kendisini aç bırakarak gebe kalmayı reddettiği, anne-çocuk ilişkisi üzerinde duranlara göre ise bireyselleşme ve ayrışma süreci ile ilişkili çatışmaların üstesinden gelmede başarısızlık olduğu için anoreksiya nervoza ortaya çıkmaktadır. Bu kişiler iddiacı, rekabetçi oldukları halde bu rekabeti kaldırabilecek yapıdan yoksun oldukları, bu durumun yarattığı sıkıntıyı kolay çözemedikleri için benlik saygılarının azaldığı, bunun çözümünü de dış görünümlerinde aradıkları ifade edilmektedir. Kültürün burada çok önemli olduğu vurgulanmaktadır. Batılı değerlerin egemen olduğu dünya görüşüyle yetişmiş kızlarda anoreksiya nervoza daha sık görülmektedir.
Ayırıcı tanı
Hastaların belirtileri inkar etmeleri ve tedaviye yönelmek istememeleri nedeniyle anoreksiya nervozanın ayırıcı tanısı zordur. Bu nedenle hastanın yemek yememe davranışının ve kilo vermesinin nedeninin bulunması güçtür. Kronik barsak hastalıkları (Crohn vb.), endokrin hastalıklar (Hipertiroidizm, Addison hastalığı veya diabetes mellitus), neoplazmalar ve diğer tüm ağırlık kaybı ile seyreden medikal ve psikiyatrik hastalıklardan ayırıcı tanısının yapılması gerekmektedir.
Hastaların % 40’ı tamamen, % 30′u kısmen düzelmekte, % 30′u kronikleşmektedir. Mortalite oranı % 22, kronik vakalarda intihar oranı % 2-5 olarak bildirilmiştir. Tedavinin birinci amacı hastanın vücut ağırlığının düzeltilmesi, ikinci amacı bireyin zayıflamayla ilgili uğraşılarının azaltılması, kendine güvenin ve bireyselliğin sağlanmasıdır. Tedavinin diğer amaçları fiziksel komplikasyonlar (hipokalemi, dehidratasyon) ve birlikte olan psikiyatrik bozuklukların (majör depresyon) tedavisi ve tekrarların önlenmesidir.
Hastanın vücut ağırlığının düzeltilmesinde kullanılan tedaviler:
Hemşire bakımı, yüksek kalorili diyet ve yatak istirahatı, Davranış değiştirme teknikleri, Hiperalimentasyon ve tüple beslenme gibi zorunlu tedaviler, Psikoterapi (Bilişsel Davranışçı Terapi)
Tedavide şu noktalara dikkat edilirse olursa hastaların %80′inde başarılı olunabilir: Ağırlık kazandırma bireysel ve ailesel terapisiyle birlikte olmalı, böylece hasta tedavinin amacının yalnız yemek ve ağırlık almak olmadığını hissetmelidir. Hasta tedavi ekibine güvenmeli ve aşırı ağırlık kazanmasına izin verilmeyeceğine inanmalıdır. Hastanın kontrolünü kaybedeceği korkusu giderilmeli, yemek zamanlarında hasta yemeye teşvik edilmeli, ağırlık kazanma ve aşırı yemeyle ilgili sıkıntı ve korkuları tartışılmalıdır.
Ağırlık alımı muntazam izlenmeli ve hastaya vücut ağırlığı su hakkında düzenli bilgi verilmelidir. Yatak istirahatı ve aktivite gibi olumlu ve olumsuz pekiştireçler kullanılarak hastanın davranışları kontrol edilir. Yalnız hasta için olumlu ve olumsuz pekiştireçlerin iyi tayin edilmesi gerekir. Hasta kusma ve purgatif kullanma gibi savunucu davranışlarıyla yüzleştirilir ve bu davranışları kontrol edilir.
Fenotiyazinler ve diğer nöroleptikler yaygın olarak kullanılmıştır. Obsesif-kompulsif özelliklerin eşlik ettiği anorektiklerde fenotiyazinlerle, bazı olgularda davranış tedavisi ile birlikte uygulanan pimozidle olumlu sonuçlar alınmıştır. Ancak antipsikotiklerin anoreksiya nervoza tedavisinde özgül bir etkisi yoktur.
Bir serotonin antagonisti olan siproheptadinin yüksek dozlarda (32 mg/gün) vücut ağırlığının artışında yararlı olduğu gösterilmiştir. Antidepresanların ve lityum karbonatın kullanımıyla olumlu sonuçlar alınan olgular da vardır. Anoreksiya nervozalı hastaların tedavisinde birçok farmakolojik ajan kullanılmışsa da sonuçlar pek iç açıcı değildir.
Blumiya Nervoza
Bulumia nervosa, (kusma hastalığı) bir abur cubur seansından sonra, yani fazla yemekten sonra, kişinin istemediği fazla kalorilerden kurtulmak için kusma yolunu seçtiği bir hastalıktır. Abur cubur yeme seansları kişiye göre değişir. Ancak bir kerede 1000 kaloriden 10 000 kaloriye kadar çıkabilir. Bu kalorilerden kurtulmak İçin hasta ya kusar ya da laksatif kullanır. Bir de, zayıflama hapları alma, aşırı egzersiz yapma ve bu yüzden aşırı yorgun düşme gibi yolları seçenler de vardır.
Bulumikler de anoreksikler gibi kendilerinin güvenli bir ortamda yaşamadıklarını düşünürler. Yaptıkları herşeyi başkalarını rahat ettirmek için yaparlar ve duygularını sürekli saklarlar. Yemek, bu kişilerin tek güven kaynağıdır. Ayrıca kusma işlemi burada tıpkı ağlama, bağırma ya da öfke duyma gibi, bir tür duyguların dışavurumu olarak da algılanabilir.
Bu hastalık bazen rejime başladıktan sonra ortaya çıkabilir. Rejim sırasında örneğin hasta, tatlılara duyduğu aşırı iştahla kendini tutamayıp bunları tüketir sonra pişman olarak kusmayı dener. Yaptığını kendi de anlamlandıramayıp bir içine kapanış yaşayan hasta, bunu başkalarından da gizlemek ister. Bu yüzden aileler, hatta eşler bile yıllarca bu durumdan habersiz kalabilir. Bulumia nervosa’da da zayıflama pek görülmez. Tıpkı anoreksia’da olduğu gibi, bulumia da ergenlik döneminde başlar. Bu durum çoğunlukla kadınlarda görülse de, erkeklerde de rastlabilir.
Fakat çocuğu televizyonun olumsuz etkilerinden korumak, yerli yersiz yapılan emir ve direktiflerle, zorlamalarla olmaz, olmamalıdır. Çocuk televizyonun zaman zaman kapatılabileceğini bizzat ebeveynlerinden öğrenir. Bütün zamanlarını televizyon izleyerek geçiren ebeveynler, elbette bu konuda çocuklarını gerekli ve yeterli bir biçimde eğitemezler. Bazen çocuğun, istenmeyen bir programı izlemesinin önüne geçilemez. Bu takdirde ebeveynlerin programı çocukla birlikte izlemesi, daha sonra programı birlikte değerlendirmeleri, iyi ve kötü yanlarını dile getirmeleri yararlı olacaktır.
Dehşetli, saldırgan, korkunç facialı filmleri seyrede ede, çocuk üzerinde yaşadığı dünyanın ve içinde bulunduğu toplumun gerçeklerine, meselelerine, dertlerine yabancı kalacak, onları küçümseyecektir. Bu yabancılaşma bazen onu saldırganlığa eğilimli hale getirebilecek, bazen de acıma merhamet hislerini törpüleyebilecektir.
Sürekli televizyon izleyen çocukların konsantrasyon zorluğu çektiği, durmaksızın ve düşünmeden hareket ettiği ve çabucak kafalarının karıştığı bir gerçektir. Haftada 10 saat ve üzeri televizyon izlemenin zihin faaliyetini olumsuz etkilediği gösterilmiştir.
Yine televizyon seyretmek için geç saatlere kadar oturan çocukların uyku düzensizlikleri yaşadıklarını ve bu sorunun da okul performansını etkileyerek ertesi gün çocuğun derslere katılımını azalttığını ortaya çıkarmıştır. Şiddet içeren programların da uyku düzensizliklerine sebep olduğu bilinmektedir.
Ünlü ABD’li kişisel gelişimci Zig Ziglar, “İtiraf etmeliyim ki, eğer evlerinde televizyon olmasaydı çocuklarımız büyük ihtimalle “farklı” olacaklardı. İlk birkaç haftadan sonra “farklılaşacaklardı.” Daha mutlu, daha konuşkan ve açık yürekli, daha üretken, daha müşvik, daha rahat, ahlâkî yönden sorumluluk taşıyan ve toplumsal yönden kabul gören insanlar olacaklardı.”demektedir.
Televizyonun çocukları esir aldığı ve bunun sonucu olarak kendini film kahramanı gibi gören çok sayıda kimlik ve kişilik bozukluğuna uğramış insan yetiştiği bildirildi. Fransa’da bir çocuğun okulda 900, televizyon karşısında ise yıl içinde 1.200 saat tükettiğine dikkat çeken ilgililer, çocukların aile bireyleriyle ilişkilerinin güçlendirilmesini ve oyuna yönlendirilmesini istediler.
Yapılan bir araştırma, fazla televizyon seyreden çocukların daha çok yaralanma kazalarıyla karşılaştıklarını ortaya çıkardı. Özellikle tehlikeli sahnelerde rol alan oyuncular ve dublörlere özenmenin kaza riskini artırdığına dikkat çekildi.
Televizyonlarda gösterilen şiddet içerikli yayınların çocuk ruh sağlığı ve toplum yapısı üzerindeki etkileri uzun zamandan beri ciddi biçimde tartışılıyor. Anne ve babaların, televizyon programı seçiminde çocuklarıyla birlikte hareket etmesi tavsiye ediliyor.
Taklit ve Televizyon
Çocuk, ruhsal gelişimini aile içinde tamamlamak zorundadır. Yetişkin kişi olmayı, taklit dediğimiz büyüklere benzeme arzusu ile öğrenir.
2-6 yaşlar arasındaki çocuğun belirgin özelliği taklittir. Bu yaşlardaki çocukta iyiyi kötüden ayırabilme yeteneği, yani üstbenlik gelişmemiştir. Gördüğünü iyi veya kötü diye tefrik edemeden taklit eder.
Çocuğun başlıca taklit kaynağı ana ve babasıdır. Gününün tamamına yakınını geçirdiği evinde anne ve babasının hareketlerini, konuşmasını, davranışlarını, olaylara verdiği tepkilerini, huylarını görüp taklit ederek büyür.
Televizyon evlere girince anne ve baba arasındaki muhabbet ve hürmet dolu iletişim, aile sohbetleri oldukça azalır. Artık aile fertleri saatlerinin çoğunu televizyon karşısında geçirmektedir. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre her Amerikalı, hayatının 15 yılını televizyon seyrederek harcamaktadır. Yorgun işten dönen baba, anne ve çocuklarla yeterince ilgilenmeden televizyon seyretmeye dalmaktadır. Bu durumda çocuğun taklit edeceği anne-baba ilişkileri yanında, gördüğü ilgi ve sevgide azalmaktadır.
6-11 yaşlarındaki çocuğun taklidi ebeveyninden çevreye yönelir. Ayrıca bu yaşlar çocukta süper egonun yani iyiyi kötüden ayırabilme yeteneğinin oluştuğu çağdır. Bu yaşlarda vereceğimiz ideal fikirler onların şahsiyetine yön verir.
Çocuk televizyon seyrederek oradaki uygunsuz kimlikleri kendine örnek alabilir. Bugün en geniş izleyici kapasitesine sahip bazı televizyon programları, evlilik öncesi hatta evlilik dışı yaşanan cinsel ilişkileri “sıradan” kabul etmek konusunda bizleri şartlandırmaktadır.
Yine reklâmlar çocukları gereksiz tüketime itmektedir. Bira, banka vs. reklâmları çocuklar için olumsuz örneklerdir. Ayrıca dizi ve filmlerde içki ikram edilmekte, “eğer eğlenmek istiyorsak içmemiz gerekir” diye bir mesaj beynimize kazınmaktadır.
Çocuğunuzun Televizyondan Olumsuz Etkilenmemesi İçin Nelere Dikkat Etmeliyiz?
İzleyecekleri filmler konu ve işleniş açısından çocukların rahatlıkla anlayabileceği şekilde olmalıdır. Çocuk uzun süre ve arlıksız televizyonun önünde oturtulmamalıdır. Çocuğun izleyeceği program ve filmlerdeki olay, kahraman ve tiplerde olumlu özellikler ağırlıkta olmalıdır.
Çocuklar yalnız başlarına televizyon seyretmemelidirler. Yalnız olan çocuk, korku veren ve anlamadığı sahnelerde kimseye bir şey soramaz. Çocukla filmde izlediği sahneler ve sözcükler hakkında konuşmak gelişimi için yararlıdır.
Çocuk, televizyonu yakından seyretmemeli, rahat edebileceği bir şekilde oturtulmalıdır. Böylece gözlerinin, kas ve kemik yapısının bozulması önlenmiş olur. Yemek yeme ve televizyon seyretme aynı anda olmamalıdır. Yemek sofrası aile fertlerinin neşe içinde sohbet edecekleri, iletişim kuracakları mekânlar olmalıdır.
Televizyon odanın en çekici yerine konmamalıdır. Televizyonu çocuklar günde 1 saatten fazla izlememeli, seyredeceği programlar konusunda ebeveyn söz sahibi olmalı. Televizyon, çocuk bakıcısı ve susturucusu olarak kullanılmamalı.
Çocuğunuzun televizyon seyretmesini engellemeyi düşünmeyin. Hangi programları izlemesi gerektiği konusunda örnek olun. Siz, olur olmaz her türlü programı seyrediyorsanız elbette çocuğunuz da seyretmek isteyecektir.
Şiddet ve müstehcenlik içeren, çocuğunuzda olumsuz düşünceler ve merak uyandıracak film, program ve haberleri seyretmemesi konusunda gerekli tedbirleri alın. Çocuğunuzun ders çalışması, ödev yapması gerektiği zamanlar büyük bir istek ve abartıyla televizyon seyretmeye kalkmayın Çocuğunuzun aklı, sizin seyrettiğiniz programda kalacak, dersine yeterince yoğunlaşamayacaktır.
Çocuğunuzun yararlanabileceği, eğitici nitelikteki belgesel film ve programları seyretmesi konusunda özendirebilirsiniz. Belirlenecek bazı film ve programların ailecek seyredilmesi, çocuğa düzenli televizyon seyretme ve televizyon seyretme konusunda seçici olma alışkanlığı kazandıracaktır.
Uzun süre televizyon seyreden, şiddet içeren filmler izleyen çocukların saldırganlaştığını ve şiddete yöneldiğini unutmayın. Televizyon seyrederken (haber veya diğer programlar) hoşunuza gitmeyen bir duruma sövüp sayarak ya da kötü söz söyleyerek tepki göstermeyin. Çocuğunuzun da küfretme ve kötü söz söyleme alışkanlığı kazanacağını unutmayın.
Zamanının televizyon karşısında geçirmemesi için, çocuğunuzu oyuncaklarıyla oynamaya veya kitap okumaya yönlendirin. Çocuğunuzun kişiliğini olumsuz etkileyecek, kişilik ve kimlik bozukluğuna yol açacak film veya çizgi film kahramanlarının etkisi altında kalmaması konusunda gereken hassasiyeti gösterin.
Ölçüsüz bir şekilde televizyon seyreden çocuklarda (büyüklerde dahil) uyuşukluk, tembellik, ruh ve sinir hastalıkları, yorgunluk, göz rahatsızlıkları, fiziksel bozukluklar, unutkanlık, dikkat dağınıklığı, aşırı ve yersiz hayalcilik… gibi sorunların görülebileceğini unutmayın.
Çocuğunuzun televizyon seyrederek ders çalışmasına veya ödev yapmasına izin vermeyin. Kendisine yaptığı ödev ve çalıştığı dersten gereken verimi alamayacağını hatırlatın. Özellikle küçük yaşlardan itibaren sürekli televizyon seyrederek büyüyen çocuklarda, konuşmaya başlamanın gecikebileceğini aklınızdan çıkarmayın.
Çocukluk yılları insan hayatının en hızlı gelişim yıllarıdır. Bu yıllarda fiziksel, zihinsel, sosyal ve duygusal gelişimin temelleri atılır. Çocuk çevresini tanımaya çevresindeki ilişkileri kendince anlamaya, olaylara karşı bakış açısı kazanmaya ve olayları yorumlamaya çalışır. Bu gelişim süreci içinde çocuğun içinde bulunduğu çevresel koşullara göre kaygı düzeyi de şekillenmeye başlar. Kaygı duygusu anne-babasının, öğretmenlerinin ve arkadaşlarının davranışlarına göre artar veya azalır.
Kaygı iç ve dış dünyadan kaynaklanan bir tehlike olasılığı ya da kişi tarafından tehlikleri olarak algılanıp yorumlanan herhangi bir durum karşısında yaşanan bir duygudur. Kişi kendisini bir alarm durumunda ve sanki bir şey olacakmış gibi bir duygu içinde hisseder (1).
Teknolojinin hızla gelişmesi, bilimsel buluşlar, nüfus artışı ve ekonomik sıkıntılar gibi stresi arttıran çevresel faktörler insanların kaygı durumlarını da arttırmaktadır. Organizmanın refahını tehdit eden her durumun bir kaygı oluşturduğu varsayılır. Fiziksel zarar tehditleri, benlik değerine tehditler ve bir bireyin yapabileceğinden fazla performans gerektiren durumlar da kaygı meydana getirmektedir (2).
Çok hafif tedirginlik ve gerginlikten panik derecesine varan değişik şiddette kaygı durumu yaşanabilir. Endişe, gerginlik, ürkme ve kendini rahatsız hissetme, güvensizlik, korku, panik, şaşkınlık, tedirginlik, berrak düşünememe, ağız kuruluğu, baş ağrısı, baş dönmesi, bulantı, çarpıntı, güçsüzlük, halsizlik, iştahsızlık, kan basıncı düşmesi yada yükselmesi, kas gerginliği, mide bağırsak yakınmaları, solunum sayısında artma, terleme, titreme, uykusuzluk gibi belirtilen ruhsal alandan bedensel alana doğru sıralanabilir. Ayrıca kaygı kişiden kişiye farklılık gösteren davranışsal beliritlen de gösterebilir (3) (4).
Alışılmamış bir durum, nesne ya da kişi ile karşılaşma, korku veren durum veya nesnelerle karşılaşma, takınaklı düşünceler (yaptım mı?, yapmadım mı?), iç ve dış çatışmalar (karar verme güçlüğü) kaygıya neden olabilirler (5).
Kaygı ile korku genellikle birbirine karıştırılmaktadır. Aralarındaki en önemli fark korku, bilinçli olarak tanınan, belirli bir tehlike (genel olarak dış baskı veya tehlike) karşısında ortaya çıkan heyecansal bir tepkidir. “Ben arıdan korkarım” örneğinde olduğu gibi korkunun kaynağını biliriz. Kaygı ise kişi tarafından bilinmeyen, belli olmayan, objesiz tehlikelere karşı verilen heyecansal bir tepkidir, bireyin kendi varlığı için gerekli olan değerlerin, tehdit edilmesi halinin yaşandığı doğal içsel bir durumdur. Korkuda tehdit dışarıdandır, benliğinin bütünü tehlike altında değildir. Kişi tehlikeyi bilir ve bununla uğraşmak için kaçma veya savaşma biçiminde bir davranış gösterebilir ve korku veren durum ortadan kalktığında rahatlar. Kaygı daha genel bir durumdur, korkudan daha şiddetli ve daha uzun sürelidir (6) (7).
İnsan yaşamında normal ve patolojik olmak üzere iki tür kaygı vardır. Normal kaygı ölüm, ileri yaşlılık ve hastalık gibi gerçeklerle yüz yüze geldiğimiz ve yalnızlık duygusu yaşadığımız ve yardıma ihtiyaç duyduğumuz zaman yaşanır. Eskiden bilinen, denenmiş, belirli şeylerden yeni, bilinmeyen ve belirli olmayan şeylere doğru hareket ettiğimizde normal kaygıyı yaşarız. Bir kişi bir kaygıyı taşıyamaz hale gelir, bastırma yansıtma, yüceltme, özdeşleşme vs. gibi savunma mekanizmalarını sıkça kullanırsa bu patolojik kaygı olur.
Gelişimsel olarak bebeklik döneminden itibaren görülen normal kaygı yaşantıları yetişkinlik döneminde görülür bir neden olmadan patolojik kaygıya dönüşebilmektedir. Görünür geçerli bir neden olmadığı için bu tepkiler patolojik olarak değerlendirilir. Örneğin yok olma kaygısı, ayrılma kaygısı, kastrasyon (iğdiş etme) kaygısı çocuklarda görülen, çeşitli tepkilerle ortaya çıkması beklenen normal kaygılardır. Ancak bunlar ileri yaşlarda bireyin günlük fonksiyonlarını ve performansını etkileyerek boyutlarda ortaya çıkarsa patolojik olarak değerlendirilir. 1-2 yaş arasındaki çocuğun annesinden ayrılmaya bağlı olarak gösterdiği ayrılma kaygısı doğal karşılanırken çok iyi imkânlar verilmesine rağmen yaşadığı bir şehirden başka bir yere gidemeyen bir kişinin kaygısı pek doğal karşılanmaz. Yani kaygı içinde bulunulan yaşa göre de normal veya patolojik olarak değerlendirilmektedir. Çocuk ve gençlerdeki kaygılar akademik, atletik veya sosyal konularla ilgili olabilmektedir. (8) (9) (10).
Küçük çocuklardaki kaygı yaratan durumlar ileri yaşlardaki ruhsal tepkilerin temelini oluştururlar. Çocuğun bebeklik döneminde temel ihtiyaçlarının karşılanmaması veya anneye aşırı bağımlı hâle getirilmesi ilkel kaygı denilen durumun önemli bir unsurudur. Bütün gereksinimleri annesi tarafından karşılanan çocuğun anneden ayrılma durumunda kalması çocukta güvensizlik ve kaygı oluşturabilir. Birden ortaya çıkan çevre değişiklikleri de küçük çocukları endişelendiren en önemli durumlardan biridir. Çocukların yoksunluk ve kayıpları anlamaları zor olduğu için, alıştığı günlük işler, rahat pozisyon ve herhangi bir şeyini yitirmesi halinde kaygı duygusu ortaya çıkabilir. Aniden memeden kesilme hâli veya anne memesinden yoksunluk gibi engellemeler kızgınlık ve düşmanlık duygularını ortaya çıkararak kaygıya neden olacak çatışmalar meydana getirebilmektedir. 3-4 yaşındaki erkek çocuklarda iğdiş edilme, kızlarda ise cinsel organının erkeklerden farklı olduğunun anlaşılmasından kaynaklanan kaygılar görülürken, daha ileri yaşlarda okula başlama, kardeşinin doğumu, arkadaş edinememe, başarılı olamama, arkadaşları tarafından istenmeme kaygıları görülmekte, ergenlikte ise kaygılar gencin fizikî görünüşü, varlığını tehdit eden tehlikeler, içsel çatışma, sosyal çatışma, arkadaş ilişkileri ve karşı cinsle ilişkiler ve anne-baba tutumuna bağlı kaygılar görülebilmektedir(11).
Kaygıyı insanlarda iki şekilde gözlemleyebiliriz. 1- Ayşe çok kaygılı birisidir (sürekli kaygılıdır). 2-Ayşe çok kaygılı bir kişi değildir ama özel bir durum onu kaygılandırmaktadır (duruma göre kaygılanır) (12). Bu, insanların özel durumları tehlikeleri olarak yorumlaması sonucu oluşan durumlur kaygı ve kişinin içinde bulunduğu durumları genellikle stresli olarak algılama veya yorumlama eğilimi sonucu olaşan sürekli kaygının bir başka biçimi şeklinde de açıklanabilir (13). Kaygı süreklilik kazandığında kişinin benliğini tehlikeye sokabilmektedir.
Kaygının yararlı veya zararlı olduğunu anlayabilmek için kaygının derecesinin ve başarılması amaçlanan görevin zorluk düzeyinin bilinmesi gerekir. Kaygının şiddeti ve başarmak istenin görevin zorluk düzeyinin bilinmesi gerekir. Kaygının şiddeti ve başarmak istenen görevin zorluk derecesi, kaygının yararlı ya da zararlı olduğunu belirler. Zor bir fizik problemini anlayarak çözümleme gibi, oldukça karmaşık bilişsel işlemleri içeren bir görevi başarma durumunda, kaygının zararlı olduğu gözlenmiştir. Öte yandan, belirli nesneleri önceden belirlenmiş grupları seçtirme gibi, basit bir işlemi gerektiren durumlarda orta derecelik kaygı, göreve daha erken başlamada ve daha erken bitirmede yararlı bulunmuştur (14).
KAYGIYI ETKİLEYEN ETMENLER
Yaş
Yaş kaygıyı etkileyen önemli bir faktördür. Çocuğun gelişiminde her yaşın kendine has gelişimsel özellikleri vardır ve çocuğun kaygıları, içinde bulundukları yaşın özelliklerine göre farklılık göstermektedir. İlk yıllarda anneye bağımlı olan çocuğun en büyük kaygısı annesinden ayrılma kaygısıdır. 3-4 yaşında erkeklerde iğdiş edilme kaygısı, kızların babalarının seğisini, erkeklerin ise annelerinin sevğisini kazanma kaygısı, ilkokul yıllarında ise arkadaş edinememe, derslerinde başarılı olamama kaygısı v ergenlik yıllarında ise yakın arkadaşlar edinme, bir grubun üyesi olma, karşı cinse hoş görünme ve bedenindeki değişikliklere karşı duyulan kaygılar görülür. Her yaş düzeyinde kaygının şiddeti veya durumluk sürekliliği değişir. Kaygının en yoğun yaşandığı yıllar doğumdan sonraki iki yıl ve ergenlik yıllardır. Araştırmalar küçük çocukların kaygı düzeyinin büyük çocuklardan daha düşük olduğunu göstermiştir (15) (16) (17) (18). Yaşa bağılı olarak hayattan beklentilerin artması, gerçeklerin daha iyi farkına varılması ve sorumlulukların artması buna sebep olabilir. Korkut 1991’de yaptığı çalışmasında ise 13-18 yaş çocuklarında, yaşla kaygı arasında bir ilişki tespit edememiştir (19).
Cinsiyet
Kaygı düzeyi cinsiyete göre farklılık göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre kızların kaygı düzeyleri erkeklerin kaygı düzeylerinden daha yüksek olduğu saptanmıştır (20) (21) (22) (23) (24) (25). Bunun nedeni kızların daha duygusal bir yapıya sahip olmalarından kaynaklanabilir. Buna rağmen Bozak 1982’de yaptığı çalışmasında 9-12 yaşa kadar kız öğrencilerin kaygı puanlarının erkek öğrencilerinkinden daha yüksek ve 13-16 yaşlarda kız öğrencilerin kaygı puanlarının ise erkek öğrencilerin kaygı puanlarından daha düşük veya aynı düzeyde olduğunu belirleyerek, bunun sebebini testin yokladığı etkenlerin veya belirtilerin bu dönemde değişmiş olabileceğine bağlamıştır (26).
Ana-baba tutumları
Kaygı kökenini, çocukluk yıllarından almaktadır. Çocukluk döneminde maruz kalınan aşırı reddedici, küçük düşürücü tutumlar, ergenlik döneminde diğer yetişkinlerin alaycı tutumları, ceza verirken ana-babaların cezaya eşlik eden itici davranışları, çocuğun fiziksel veya psikolojik baskı altında tutulması, çocuğun altını ıslatma ve cinsel oyunlarının tepkiyle karşılanması, aşırı koruyucu tutumlar, ana-babaların birbirine karşıt düşen istekleri, tutarsızlıkları, boşanmış ailelerde ana-baba arasında boşandıktan sonra bile devam eden çekişmeler, çocukta kaygının oluşmasına neden olabilmektedir.
Sargın (1990), Ök (1990) olumsuz tutum ve davranışlarda bulunan ailelerin 13-16 yaş çocuklarının kaygı düzeylerinin yüksek olduğunu belirlemişlerdir.
Kaygı bulaşıcı bir duygu olduğundan çocuğun çevresindeki kaygılı insanların (anne-baba veya öğretmeni gibi otorite figürlerinin) varlığı ve bunların çocuk tarafından algılanması veya özdeşim kurulmasıyla gelişebilmektedir.
Çocuklar ebeveynlerinin veya onların yerine geçen kişilerdeki kaygı, kızgınlık ve düşmanlık gibi çeşitli heyecanları algılayabilir, kaygılı ve telâşlı bir annenin ses tonu ve güzel havası çocuğu etkisi altına alabilir. Anneden geçen kaygı sonucu çocuk zihminde yeni bağlantılar kurarak çevresindeki bazı kişiler ve durumlar karşısında da kaygı duymaya başlayabilir (32) (33).
Capps vd. (1996) süreğen depresyonlu olan annelerin çocuklarında da kaygı ve korku durumlarının sık görüldüğünü belirlemişlerdir(34). Aynı şekilde Aslan vd. (1998) de süreğen depresyonlu olan annelerin çocuklarında kaygı ve depresyon düzeyinin yüksek olduğunu saptamışlardır (35).
Koşullu sevgi ortamında yetiştirilmiş çocuklar sevgi ve ilgi görmek için yetişkinlerin kendinden beklentilerini yerine getirmeye çalışırlar. Eğer yetişkinlerden istediği ilgi ve sevgiyi göremezse kaygı duygusu oluşur. Çocuk kaygıyı önlemek için savunma mekanizmalarını kullanır ve bu mekanizmaların sık kullanılması karakter oluşumunu olumsuz olarak etkileyebilir (36).
Anne-baba eğitim durumu
Eğitim bireylere toplumda istendik davranışlar edindirmeyi amaçlar. Dolayısıyla eğitimin her kademesi bireyi bu amaca yaklaştırır. En yüksek kademede bulunan kişinin çevresiyle uyumunun daha iyi olacağı düşünülür. Bu sebeple eğitim durumu ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumlarının belirlenmesinde de etkili olabilecektir. Yapılan araştırmalara göre ilkokulu mezunu olan ebeveyn ile yüksek okul mezunu olan ebeveynin çocuklarına uyguladıkları tutumlar farklılık gösterebilmektedir.
Varol (1990) anne-babaların eğitim durumu ile çocukların kaygı düzeyleri arasında önemli bir farkın olmadığını belirlerken, Gümüş (1997) anne-baba eğitim durumu ile çocukların sosyal kaygı düzeyleri arasında anlamlı bir fark olduğunu, anne-babası yüksek okul mezunu olan çocukların kaygı düzeylerinin düşük olduğunu belirlemiştir (37) (38).
Sosyo-ekonomik durum
Sosyo-ekonomik durumun yetersiz olması ailenin temel ihtiyaçlarını karşılayamamasına, hayattan tatmin olamamalarına neden olabilmektedir.Bu da aile ilişkilerine gerginlik, sinirlilik, sebatsızlık, tedirginlik şeklinde yansıyarak, çocuğun yaşamını sürdürme kaygılarının oluşmasına neden olabilmektedir. Ayrıca çocuğun okul veya ev çevresindeki arkadaşlarının yediğini yiyememe, giydiğini giyememe ve bunları içine sindirememeleri de kaygı düzeylerini artırabilecektir. Araştırmalar sosyo-ekonomik düzeyi düşük olan çocukların kaygı düzeylerinin yüksek olduğunu göstermektedir. Girgin (1990) üç farklı sosyo ekonomik düzeydeki çocukların kaygı puanlarında farklılıklar görüldüğünü, alt sosya-ekonomik düzeydeki çocukların kaygı düzeylerinin yüksek olduğunu tespit etmiştir (39). Aral 1997’de yaptığı çalışmasında da sosyo-ekonomik düzeyle kaygı arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu tespit etmiştir (40).
Sargın (1990) iki odalı evde yaşayan lise 2. ve 3. sınıf öğrencilerinin kaygı düzeylerinin üç veya daha fazla odası olan evde yaşayan öğrencilerin kaygı düzeylerinden daha yüksek olduğunu saptamıştır (41).
Anne-baba mesleği
İnsanlar zamanının yarısından çoğunu çalışarak geçirirler. Ebeveynlerin meslekleri onların kişilik özelliklerini etkileyebilmektedir. Sürekli stresli ortamda çalışan ebeveynler gün boyu gergin ve sinirli olacak ve bunu eve gittiğinde istemeden de olsa çocuğuna yansıtabilecektir. Varol (1990) baba mesleği işçi, çiftçi, esnaf olan öğrencilerin kaygı düzeylerinin baba mesleği memur, subay ile serbest meslek olanlara göre yüksek olduğunu belirlemiştir. Anne meseleğine göre ise anne mesleği ev hanımı, işçi, esnaf olan öğrencilerin kaygı düzeylerinin, anne mesleği serbest meslek olanlara göre daha yüksek olduğunu saptamıştır (42). Mesleklerin ebeveynler üzerinde psikolojik etkilerinin yanı sıra çocukta da bazı kaygılara sebep olabilir.Anne veya babasının tehlikeli işlerde çalışması (polis, asker vs.), gece nöbetlerinin olması, iş saatlerinin düzenli olmaması, sürekli seyahati veya evden uzun süre ayrılmayı gerektiren bir işlerinin olması çocukların kaygı düzeylerini etkileyebilmektedir.
Kardeş sayısı
Kardeş sayısı ailenin tutum ve davranışlarına ve ekonomik duruma bağlı olarak kaygıyı etkileyebilir. Ebeveynlerin çocuğu yeni kardeşe hazırlamamalı, kardeşler arasında ayırım yapmaları, eşit olmayan tutumlar, kardeşler arasında anne ve babanın sevgisini kazanamama gibi kıskançlıktan doğan kaygılar oluşturabilir. Ekonomik düzeyi yetersiz olan ailelelerdeki çocukların ihtiyaçlarının karşılanamaması da kaygı yaratabilir.
Kardeş sayısı arttıkça çocuk sadece anne-babasının ilgisini değil, odasını, eşyalarını, kitaplığını, harçlığını paylaşmak zorunda kalmaktadır. Odasına çekilip kendi başına kalmak isteyebilir, kardeşlerine ters davranabilir ve tartışmalar yaşanabilir. Bu koşullar da onun kaygı seviyesinin yükselmesine yol açabilir.
Çocuğun tek çocuk olması veya kardeşinin olması onun kaygı düzeyini etkileyebilmektedir. Kardeşler arası kıskançlıklar, çekemezlikler, anne-babanın ilgisini paylaşamama kaygı oluşumuna temel teşkil edebilir.
Sargın (1990)’ın lise öğrencileri üzerinde çalıştığı, Aral (1997)’ın da ilkokul öğrencileri üzerinde çalıştığı araştırmalarını sonuçlarına göre kardeş sayısı arttıkça lise öğrencilerinin kaygı düzeylerinin arttığını tespit etmişlerdir (43) (44).
Çocuğun başarı durumu
Çocukların çoğu ailesi tarafından okulda derslerinde başarılı olmaya doğrudan veya dolaylı olarak zorlanır. “Sınıfını gerçersen sana bisiklet alırım”, “Zayıf getirirsen eve gelme gibi dolaylı veya direkt ifadeler çocuğun başarı konusunda aşırı hassasiyet kazanmasına neden olabilmektedir.
Bu güne kadar çocukların akademik başarılarıyla kaygı arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalara göre çocukların akademik başarılarıyla kaygıları arasında anlamlı bir ilişkinin olduğu ortaya çıkmıştır. Bozak (1982), Sargın (1990), Varol (1990) Aral (1997) okuldaki başarı durumları düşük olan çocukların kaygı düzeylerinin yüksek olduğunu belirlemişlerdir (45) (46) (47) (48).
SONUÇ VE ÖNERİLER
Çocuğun sağlıklı gelişiminde temel amaç onun fiziksel, zihinsel yönden olduğu kadar sosyal ve duygusal yönden de ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Sevgi olgusuna dayanan duygusal gelişim anne-baba çocuk etkileşiminden kaynaklanır. Çocuğun anne ve babası tarafından sevilmesi, sözel olarak desteklenmesi, korunması ve ilgi görmesi onun duygusal ihtiyaçlarını oluşturmaktadır.bu ihtiyaçların karşılanmaması veya karşılanmasındaki aksaklıklar, dengesizlikler, duygusal örselenmelere neden olmaktadır. Duygusal örselenmeler önlenemediğinde ise çocukta istenmeyen süreğen kaygının oluşmasına zemin hazırlanmış olur.
Çocuğun tehlikelerden korunması, tehlikelerle başedebilmesi ve yaşamını sürdürebilmesi, hayata uyum sağlayabilmesi için gerekli olan kaygının fazla ve sıkça yaşanması çocuğun aktivitelerini, ilişkilerini dolayısıyla yaşamını olumsuz etkilemeye başlayacaktır. Bu sebeple çocuklarda kaygının anormal boyutlara ulaşmasını önlemek için;
Çocuk doğduğu andan itibaren kaygılı düşünceler, tutum ve davranışlarla değil, sevgi ve güven duygusu içinde yetiştirilmeye çalışılmalıdır. Kaygıyı artıracak anne-baba tutumları yerine hoş görülü ve tutarlı tutumlar sergilenmelidir.
Çocuk hem anne-babası hem de öğretmeni tarafından iyi bir şekilde tanımalı, yaşıtlarıyla karşılaştırılıp, yapabileceğinin üstünde bir performans için zorlanmamalıdır. Yapamadığı durumlarda dalga geçmeden destek olunmalı, bir daha denemeye teşvik edilmelidir.başarılı olduğunda takdir edilmelidir.
Çocuk yeni kardeşinin doğumu, yeni eve taşınma, okula başlama veya yeni bir okula geçiş yapma gibi yeni durumlara hazırlanmalıdır. Açıklamalar yapılarak çocuğun bu durumlara hazırlanması onun kaygıya olan hassasiyetini azaltacaktır.
Evde anne ve babalar, okulda öğretmenler çocuğun gelişimsel özelliklerini ve kaygı düzeyinin temel özelliklerini bilmeli ve iyi bir gözlemci olmalıdırlar. Kaygı düzeyi yüksek olan çocukları belirlemeli ve hem bu çocuklar hem de aileleri rehberlik hizmetinden yararlanmalı, çocukların ilerdeki davranışları ve başarı durumları incelenmelidir.
merhaba didem hanım
benim oğlum 4 yaşında yemek yeme problemimiz var malesef çok yemek seçiyor herşey yemiyor ve et yemedi şimdiye kadar bu sene yemeye başladı ama oda çiğniyo çiğniyo çıkarıyo ağzında yutmuyor.sevmediği bir şeyi genelde çorbanın içine katıyorum onuda ağzına gelen en ufak bi şeyi bile çıkartıyor..bide çok hareketli bi çocuk yemek yerken oturup yemez çok konuşur bide….iskenderundayım ben burda baktım netten pedagog yok ama sizin bildiğiniz bir pedagog varmı acaba oğlumu götürmek istiyorum bana yardımcı olursanız çok sevinirim
Didem hanım 26 aylık bir kızım var ve gece uyumayı reddediyor bu arada 3 aylık bir de oğlum var Kızımın uykularını düzenleyemiyorum Babasına çok düşkün ve babası da ne isterse yaptığı için çok zorlanıyorum bana bu konuda yardımcı olabilme şansınız varsa acil randevu talebim olacak sizden. Teşekkürler